tag:blogger.com,1999:blog-41073168446498202222024-03-10T13:06:54.464+03:00Onur'un Seyir DefteriDüzenli veya düzensiz olarak güncellenmektedir.
Bizi izlemeye devam edin!Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.comBlogger356125tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-88182612889019688702024-02-19T17:02:00.004+03:002024-02-19T17:02:52.055+03:00Gılgamış ve Medeniyyet<p><span style="font-family: verdana;">Çoğunluğunuz eğitim hayatınızın bir döneminde Gılgamış Destanı'nı duymuşsunuzdur. Ortaokul tarih kitabında olsun, üniversite sınavı sorularında olsun bu büyük efsane mutlaka karşınıza çıkmıştır. Hiç değilse çook çok eski tarihlerde, Mezopotamya civarlarında yaşayan bir adamın başından geçtiğini bilirsiniz. Bu destanı okul müfredatının tekdüzeliğinden sıyrılıp daha yakından inceleyenler ne yüce bir eser olduğunun farkına varır. Dünyanın en eski yazılı edebiyat ürünü olmasının yanında, sosyoloji, psikoloji, ekonomi, politika, mitoloji, teolojinin harmanlandığı müthiş bir eserdir kendileri. </span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEinuC15GsDvcbopmPLHmuUWPb-4kOn4_3f-ODP7sr-MQfu9BFVSbHAizGoTFjvsMRNyKmmNfKim6y6dMBUBa2Al9ySfopp9aTFmxTm6pijgYqSpTmn5ceu04T6JccI555gxJ7_QeUIRzMAQ8CV0B93t8Ir8jL1UsoYTz0W5rSmuXzMvBg0FASB2nyeqQK8q/s1024/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="768" data-original-width="1024" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEinuC15GsDvcbopmPLHmuUWPb-4kOn4_3f-ODP7sr-MQfu9BFVSbHAizGoTFjvsMRNyKmmNfKim6y6dMBUBa2Al9ySfopp9aTFmxTm6pijgYqSpTmn5ceu04T6JccI555gxJ7_QeUIRzMAQ8CV0B93t8Ir8jL1UsoYTz0W5rSmuXzMvBg0FASB2nyeqQK8q/w640-h480/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F1.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: "Segoe UI Historic", "Segoe UI", Helvetica, Arial, sans-serif; text-align: start;"><span style="font-size: medium;"><i>Üçte iki tanrı Gılgamış, çılgın procesi için halkını ölümüne çalıştırıyor. Emeklilikte sura takılanlar...</i></span></span></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Destana ait tek bir metin olmadığı gibi tamamına erişebildiğimiz de ileri sürülemez. Eski Akad, Babil, Sümer dilinde olanları, farklı hanedanlar dönemlerinde yazılanları derken ortada (eski ahit benzeri) geniş zamana yayılan bir külliyat vardır ve kanonize etmek kolay değildir. Gılgamış Destanı, çok farklı konulara değinmekle kalmamış, ileriki tarihlerde ortaya çıkan bir çok kutsal metnin, dini mesellerin de ilham kaynağı olmuştur. Destanın yazılı olduğu tabletler 19. yüzyıl ortalarında bulunup deşifre edilene kadar Nuh tufanı benzeri anlatıların özgünlüğü kabul edilirken hikayenin çok daha eski kaynaklara dayandığı anlaşılmıştır. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Şimdi oturup Gılgamış Destanı'nı anlatacak değilim (korktunuz ama, değil mi?) Zaten isteyen rahatlıkla bulup okuyabilir (ki, okuyun derim). İçinde yok yok, 32 kısım tekmili birden yayınlanmış, günümüzde Marvel, DC Comics bir araya gelse böyle bir süper kahraman hikayesini zor çıkarırlar. Bana ilginç gelen, günümüze de ışık tutacak bir iki detayı paylaşayım istedim...</span></p><p><span style="font-family: verdana;">İlk olarak, medeniyyet dediğimiz tek dişi kalmış canavar Mehmet Akif'in düşündüğü gibi son bir iki yüzyılın hikayesi değilmiş. Bundan tee 4500 yıl önce de medeniyet insanoğlunun canını okumak üzere elinden geleni yapıyormuş. Örneğin, tarihin en önemli kentleşme girişimlerinden olan Sümer hanedanının şehir devletleri, büyük surlar ardında modern yerleşimler kurarak kendilerini doğadan ve hatta şeytandan, bilinmezden, kötülükten izole etmeye ve yaşayanları hapsetmeye çalışıyormuş. Hatta bu sur/duvar projeleri o kadar abarmış ki, Gılgamış destanı da güçlü bir (hadi diktatör demeyelim de) tiranın tüm şehir halkını öldüresiye modern bir sur inşasında çalıştırmasıyla başlıyor. Üçte iki oranında tanrı, üçte bir oranında insan olan Gılgamış kafayı büyük sur projesiyle bozmuş ve itibardan tasarruf olmayacak bu proje için halkının canına okumuş.</span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfy3MDPDAz0JIeVa6Kcbv_90NitXB6P6jxE4CeUaol_xPz7ufCukVQi1MPcc_Bnka1VyrabOIhi87bkfOqU9-oz2GrOyY23VTulODY4VzBrw486rECTmChg9wX8PeIzAX3cY9w0ZRUQnA4bhyPAkRnZORhASxYDE5c42oMUTVL30MVSI3gNLuHjorBHV3A/s1024/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F3.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="576" data-original-width="1024" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfy3MDPDAz0JIeVa6Kcbv_90NitXB6P6jxE4CeUaol_xPz7ufCukVQi1MPcc_Bnka1VyrabOIhi87bkfOqU9-oz2GrOyY23VTulODY4VzBrw486rECTmChg9wX8PeIzAX3cY9w0ZRUQnA4bhyPAkRnZORhASxYDE5c42oMUTVL30MVSI3gNLuHjorBHV3A/w640-h360/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F3.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"></td></tr></tbody></table></p><p><span style="font-family: verdana;">Daha o zamanlardan anlıyoruz ki, bazı büyük projeler rasyonaliteden, halkın ihtiyaçlarından, maliyet ve önceliklerden muaftır. Onlar, bir şehrin/ülkenin/liderin şanı yürüsün diye yapılır, halkının telef olması mühim değildir (piramitleri falan kastediyorum, günümüzle benzerlik kurup başımı derde sokmayın). Büyük Sümer Duvar projesi için herhangi bir hizmet alımı veya hazine garantisi verilip verilmediği meçhul ama asgari ücret karşılığı telef olan halk bu çılgın projeden illallah demiş ve tanrılara yalvararak Gılgamış'ın aklını başka bir konuyla çelmesini, dikkatini dağıtmasını istemişler.</span></p><p><span style="font-family: verdana;">Tanrılar insafa gelmiş ve Gılgamış'a bir kanka göndermişler. Enkidu adlı bu arkadaş şehrin dışından, vahşi doğanın bağrından gelmiş. Kıllarla kaplı vücudu, hayvanlarla birlikte yaşaması, uygarlıktan bihaber olmasına rağmen Gılgamış bu delikanlı elemanı çok sevmiş ve iyi arkadaş olmuşlar. Ama önce elemanın sıkı bir eğitimden geçmesi ve uygarlık normlarına adapte edilmesi gerekmiş. Şehrin en deneyimli (afedersiniz) fahişeleri Enkidu'yu almışlar, bir hafta boyunca (afedersiniz) seviştikleri gibi oturup kalkmasını, yiyip içmesini öğretmişler; hayvan adam Enkidu'yu daha bir insana benzetmişler. Burada da ikinci önemli detayı görüyoruz; insanoğlu doğadan, vahşi hayattan uzaklaştıkça uygarlaşmış. Şehirleşme bir kez başlayınca medeniyet kentlerde yaratılan hayatla özdeşleşmiş ve doğa medeni olmayanın karşılığı haline gelmiş, küçümsenir ve korkulur olmuş. Avcı-toplayıcı hayattan yerleşik düzene geçmenin kaçınılmaz ama üzücü sonuçlarından biri... </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Sonra birtakım olaylar daha gelişiyor, Enkidu’yu bulan Gılgamış kanal Mezopotamya benzeri çılgın projelerini savsaklayıp halkın yakasından düşüyor, bla bla, bla ve en ilginç bölümlerden birine geliyoruz; artık kanki olan Gılgamış ve Enkidu'nun, ormanların koruyucusu dev canavar Hüvava ile savaşa gidişi. Hüvava, hikayemizde (ormanların bekçisi olmasına rağmen) bir anti-kahraman; Enkidu'ya da vahşi hayattan uzaklaştığı için kırgın. Gılgamış, Hüvava ile mücadeleye giderken karışık duygular içinde, kabuslar görüyor, bir anlamda doğa ile yıkıcı bir mücadeleye girmenin çelişkilerini yaşıyor ve sonunda yüzleşiyorlar. Unutmayalım, destanda vahşi doğa "kötü" bir karakter. İlginç bir detay daha; tanrılar, bu mücadelede Gılgamış'ın tarafını tutup ona yardımcı oluyor. Yani tanrılar da kendi yaratıları olan doğaya karşı, kendilerine kulluk eden insanoğlunu destekliyor. Tabii ki ilahi rüzgarı arkasına alan Gılgamış Hüvava'yı öldürerek doğaya karşı insanın ilk büyük zaferlerinden birini kazanıyor. </span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgv7Le-5slEbx992-ZEXaMiuGACdzMv15Gbrf3n0SNKuJR96j0I2RDdhNVslyOdPnanKbFXsDzzLkbQl4Y5teg_GOD8Tg1gZo2nzCXb_2m3O8ToQeXFPIR601f1huZHiD2y4yF7Q7LYEjmSdTnsoIPvj9NFtweT1GeYs13mtGOhIu8oOMG_I1GXA3HasXWk/s768/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="442" data-original-width="768" height="368" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgv7Le-5slEbx992-ZEXaMiuGACdzMv15Gbrf3n0SNKuJR96j0I2RDdhNVslyOdPnanKbFXsDzzLkbQl4Y5teg_GOD8Tg1gZo2nzCXb_2m3O8ToQeXFPIR601f1huZHiD2y4yF7Q7LYEjmSdTnsoIPvj9NFtweT1GeYs13mtGOhIu8oOMG_I1GXA3HasXWk/w640-h368/g%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F2.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: "Segoe UI Historic", "Segoe UI", Helvetica, Arial, sans-serif; text-align: start;"><i><span style="font-size: medium;">gılgamış ile enkidu, hüvavayı öldürüyor. ormanların bekçisinin, vahşi doğanın ruhunun insanlık karşısında bir şeytan gibi betimlenmesi manidar değil mi?)</span></i></span></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Gılgamış ve Enkidu girdikleri ormanı kentsel dönüşüm projelerinde kullanmak üzere kesiyorlar. Ormanın simgesi sayılan yüce sedir ağacını da kesip tanrılar için yapacakları dev tapınak inşaatında kullanmak üzere götürüyorlar. Tanrılar madem ki doğayı alt ederek uygarlaşma yolunda insan evladına yardım etti, o da tanrısını en büyük, görkemli tapınakla onurlandırıp karşılığını vermek zorunda. Kısacası, Akbelen’de, Kaz Dağlarında insanlığın refahı gerekçe gösterilerek gerçekleştirilen orman ve doğa katliamları son 50-100 yılın hikayesi değil; binlerce yıl önce de benzer süreçler yaşanmış ve kutsalın gözetiminde insanoğlu (artık rakibi olan) doğayı alt ederek medenileşmiş. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Gılgamış ve Enkidu, tanrılar tarafından hadlerini bildirmek üzere gönderilen bir göksel boğayı da öldürünce, doğaya karşı bu denli hadsizlikleri cezalandırılır ve Enkidu’nun canı alınır. Gılgamış’a vahşi doğa tarafından armağan edilen arkadaşı, doğaya karşı fazla küstahlaştıklarında geri alınır. Gılgamış dehşete kapılır, ölümsüzlüğün peşine düşer ve ibretlik bir erginlenme yolculuğuna başlar. Yine müthiş detaylarla, metaforlarla dolu gelişmeler yaşanır ki, Yüzüklerin Efendisi destanın yanında çocuk romanı gibi kalır. Gılgo, Nuh tufanından sağ kurtulan ve ölümsüzlüğü kazanan Utnapiştim’i bulur ancak tanrıların bilgi ve uygarlığı insanlara vermiş olsa da ölümsüzlüğü kendilerine sakladıklarını üzülerek öğrenir. Ona sadece gençlik ve sağlık için bir bitki verilir ama Gılgamış bu bitkiyi de sinsi bir yılana kaptırarak elleri bomboş kalır (bakınız lokman hekim).</span></p><p><span style="font-family: verdana;">Gılgamış tanrıların insanlara ölümü layık gördüğüne ikna olarak süklüm püklüm kentine geri döner, başına gelenleri yazmaya ve bu tecrübeyi geleceğe aktarmaya başlar. Artık ölümü kabullendiğinden “hoca, artık an’ı yaşayalım, günümüzü gün edelim ama sükunetle de ölümü bekleyelim” benzeri bir anlayışı benimser. Üçte iki tanrı da olsa, içindeki insan yüzünden eninde sonunda ölecektir. Medeniyet ölümü kabullense de halkı ezmeye, doğayla savaşmaya devam eder. 5000 yıl önce bile ormanlar kesilir, yakılır, ölesiye tarım ve sulama sonucunda “bereketli hilal” diye bilinen uygarlığın beşiği çölleşmenin eşiğine gelir. Şehirlerde sur/duvar projesi devam eder, ama sanılanın aksine bu çılgın projeler şehirleri barbar saldırılarına karşı korumak için değil, sömürülecek, ucuza çalıştırılacak, vergilendirilecek gariban halkın kaçmasını önlemek içindir. Hiçbir şeyin değişmediğini göstermek için yazımızı 5000 yıllık bir Sümer Atasözü ile bitirelim: “Bir efendin olabilir, bir kralın olabilir, ama asıl korkman gereken kişi vergi memurudur”</span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-28109760833075542262024-02-19T16:52:00.001+03:002024-02-19T16:52:12.515+03:00Ulus Kale Hıdırlıktepeye Karşı <p><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space-collapse: preserve;"><span style="font-family: verdana;">Geçenlerde Ulus'a yolum düştüğünde kalenin surlarına tırmanıp "sana bir tepeden baktım ey aziz Ankara" diyesim geldi, bir bakayım şehrimiz yerinde duruyor mu, görmeyeli neler değişmiş, kentsel dövüşüm hızla ilerliyor mu (evet). </span></span><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; font-size: 15px; white-space-collapse: preserve;">Dikkatimi çeken, kaleden Hıdırlıktepe, Bentderesi, Çinçin yönüne baktığımda neredeyse tamamen dümdüz edilmiş olmasıydı; değişik yıllarda geldiğimde azar azar yıkılışını seyrediyorduk, artık pek bir şey kalmamış... Kimine göre çok iyi oldu, o pis </span><a style="background-color: white; color: #385898; cursor: pointer; font-family: verdana; font-size: 15px; white-space-collapse: preserve;" tabindex="-1"></a><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; font-size: 15px; white-space-collapse: preserve;">gecekondular, mezbelelik ortadan kalktı, kimine göre şehrin dokusu, kültürü, yaşam tarzı dozerlerle parçalandı. </span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFXo_3b4hnS5tOe4VDENQ0PS5aXVqjeqDkjouuo9BDirtk6I6TWREMQYp8VddL_31GYHFoMkrudNX3-fmXN3YskxzBYUJjZNvr4rAyZM8F9QrJ0TrE9tqnLxKyE3SBxRSmKaUdwzo46DS2vkPJQISsLOy03lhYyY_c5t2qbWhiWjk_YSyMOFkzfQ5encrY/s1296/ulus01.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="868" data-original-width="1296" height="428" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFXo_3b4hnS5tOe4VDENQ0PS5aXVqjeqDkjouuo9BDirtk6I6TWREMQYp8VddL_31GYHFoMkrudNX3-fmXN3YskxzBYUJjZNvr4rAyZM8F9QrJ0TrE9tqnLxKyE3SBxRSmKaUdwzo46DS2vkPJQISsLOy03lhYyY_c5t2qbWhiWjk_YSyMOFkzfQ5encrY/w640-h428/ulus01.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: "Segoe UI Historic", "Segoe UI", Helvetica, Arial, sans-serif; text-align: start;"><i><span style="font-size: medium;">Kale ve Hıdırlıktepe karşı karşıya, birbirlerine horozlanırken...</span></i></span></td></tr></tbody></table><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; font-size: 15px; text-align: left; white-space-collapse: preserve;">Ben böyle bakınırken az ilerime üç kadın geldi; görünüşe göre muhafazakar, düşük/orta gelirli kesimden, birisi bölgeyi iyi tanıyor ve diğer ikisine anlatıyor: "Şu gördüğünüz tepe eskiden gecekondu doluydu, nasıl mezbelelikti, ne iyi ettiler de yıktılar... Hem de kale manzarasına karşı, buraya şöyle lüks evler, siteler yapacaksın, ne güzel olur..." dedi. </span></div><p></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJ-A9WgUrOMUBoIQIt0I3jbIwMFhGsszav1_lp_EsIik0sGBZT9O2TwcBoPzSaZ4N1IOUUXQKxGfDyqRvY5eJIpYidZRH4W_IwYUSybvqZuGivscNa9rZyveTOhMJlpKuQdxHkRqnMNyWiMsXKk3bhsL_kNoE5AX07DDScD0Ad1dIPsC5Hz6II3K_Ij0Ve/s2048/ulus06.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1470" data-original-width="2048" height="288" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJ-A9WgUrOMUBoIQIt0I3jbIwMFhGsszav1_lp_EsIik0sGBZT9O2TwcBoPzSaZ4N1IOUUXQKxGfDyqRvY5eJIpYidZRH4W_IwYUSybvqZuGivscNa9rZyveTOhMJlpKuQdxHkRqnMNyWiMsXKk3bhsL_kNoE5AX07DDScD0Ad1dIPsC5Hz6II3K_Ij0Ve/w400-h288/ulus06.jpg" width="400" /></a></div></span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Şimdi, bir insan evladının bu fikri güzel karşılaması için şu üç koşuldan biri yerine gelmeli; (i) ablanın orada arazisi var, kat karşılığı TOKİ'ye verecek, köşe olacak (ii) Babası veya kocası müteahhit, oralara lüks evler yapıp satacaklar (iii) çok parası var, oralara lüks evler yapıldığında gönlünce bir daire alıp oturacak. </span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhuDpQ3Fo4MfVLwxRCTD1GDeqlpZJjE6P2k6DpooOi6MVGsv1mSucNZv_mNc15coKD1aRsMjpN9zGAc84KV1I4OJ_iVB_IjVekelLYPeOB0MEgGej-y_L9HX6mgpBbPQB1J15KAx2tZznsOuMWy_qtdrG0tQs4qPsfLqjT81p1CCop8B0OVr7-Z8TSkKXdg/s1401/ulus04.jpg" imageanchor="1" style="font-size: medium; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center; white-space-collapse: collapse;"><img border="0" data-original-height="1016" data-original-width="1401" height="290" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhuDpQ3Fo4MfVLwxRCTD1GDeqlpZJjE6P2k6DpooOi6MVGsv1mSucNZv_mNc15coKD1aRsMjpN9zGAc84KV1I4OJ_iVB_IjVekelLYPeOB0MEgGej-y_L9HX6mgpBbPQB1J15KAx2tZznsOuMWy_qtdrG0tQs4qPsfLqjT81p1CCop8B0OVr7-Z8TSkKXdg/w400-h290/ulus04.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto" style="font-size: 15px;"><span style="font-family: verdana;">İnsan sarrafı değilim, ama bakıyorum, bakıyorum bu üç şarttan birini karşılama ihtimalleri milyonda bir, o zaman niye o güzelim bölge için kafalarından geçen en iyi kentleşme modeli lüks evler yapılması? Niye demiyorlar ki oraya parklar, spor alanları, kültür merkezleri, kafeler, kadınlar için kurs, hobi evleri, hadi bunları da geçtim AVM, dükkan, işyeri hatta cami, külliye, medrese, Kuran kursu yapılsa? Hiç olmazsa kamusal olur, sen de gider faydalanırsın, kaleye nazır bir çay içersin? Öbür türlü sitenin etrafına çekecek duvarı, kapıya güvenlik, adım bile atamayacaksın... </span></div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpF8E3xsHc2jYZfN8K3UIbUv-CyG207NsEfNX7ufDnq3aleayUlQTaAHFeAajejhtBHN9uwI8Grqkz0vAEIjb916XWp1uLOw4h865TfQELimPXLO6NGIKOfGFlSha3b-OfjQrvqzjHY3yY7Ey6hTvXJLIWir4IRAd6Dpc1lXmKOU9nsNPiRKGBwQOCS-Jf/s1049/ulus02.jpg" imageanchor="1" style="font-size: medium; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center; white-space-collapse: collapse;"><img border="0" data-original-height="709" data-original-width="1049" height="270" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpF8E3xsHc2jYZfN8K3UIbUv-CyG207NsEfNX7ufDnq3aleayUlQTaAHFeAajejhtBHN9uwI8Grqkz0vAEIjb916XWp1uLOw4h865TfQELimPXLO6NGIKOfGFlSha3b-OfjQrvqzjHY3yY7Ey6hTvXJLIWir4IRAd6Dpc1lXmKOU9nsNPiRKGBwQOCS-Jf/w400-h270/ulus02.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="color: #050505; font-family: "Segoe UI Historic", "Segoe UI", Helvetica, Arial, sans-serif; text-align: start;"><i><span style="font-size: medium;">Hıdırlıktepe henüz tamamen yıkılmamış, ama "sağdan sağdan" işgal kuvvetleri yaklaşıyor</span></i></span></td></tr></tbody></table><div dir="auto" style="font-size: 15px;"></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Yaşama bakış değerlerimiz öyle bir koşullandırılmış ki, artık doğrusunun, güzelinin ancak böyle vahşi bir kentleşme olduğunu düşünüyor, alternatifini hayal bile edemiyoruz. Bu örneği, geçemeyeceği köprüyü, binemeyeceği yerli arabayı, uçamayacağı havaalanını alkışlayan insanımız ile karşılaştırdım, benzer bir durum mu diye... Evet, benzerlik var, ama onlar yine de bir şekilde "büyük" projeler, dersin ki ekonomiye katkısı var, ülkeyi uçuracak vesaire... Ama insan niye yaşadığı kentin ortasının keyfini süreceği bir şehirleşme projesiyle taçlandırılması yerine, erişemeyeceği lüks konutlarla donatılmasına sevinir? </span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIAvH14zGbubVx9ZRo1MbL4Ba7lBRjNDctSy-1qUL-IX6xpW7Y5g2heoKaIqnVcTpuHehRK9V2BD4Ej77mfoBdCni-iz9BLi-qycPqfb9opNdmn_8j8ORYy6Y91rfK7LxN8owXXSr1rBHLX2GXXk9XTO6ylBO18bWg03GcmVi8mznKYg9beBcobG-Nndcs/s1205/ulus03.jpg" imageanchor="1" style="font-size: medium; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center; white-space-collapse: collapse;"><img border="0" data-original-height="677" data-original-width="1205" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIAvH14zGbubVx9ZRo1MbL4Ba7lBRjNDctSy-1qUL-IX6xpW7Y5g2heoKaIqnVcTpuHehRK9V2BD4Ej77mfoBdCni-iz9BLi-qycPqfb9opNdmn_8j8ORYy6Y91rfK7LxN8owXXSr1rBHLX2GXXk9XTO6ylBO18bWg03GcmVi8mznKYg9beBcobG-Nndcs/w400-h225/ulus03.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="color: #050505; font-family: "Segoe UI Historic", "Segoe UI", Helvetica, Arial, sans-serif; text-align: start;"><i><span style="font-size: medium;">Hacıbayram'dan olay mahalline bakış, bentderesi artık temizlenmiş, gayrı ahlaki faaliyetler nihayete ermiş...</span></i></span></td></tr></tbody></table><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEifR9agYYCiuelV4JnYloBt0bVZ_EqLTJkUC_njfwOgwlSstQMBf9e9AKPhJJwl3iLsuvELOdu2-sAbQGxF5l521hF5Fm-890telfjvdxiOleQBfHd4s96Jd4MmQzapZwVbfgAp9dlcsgQV1fDBC4as1Q6sFmBSFQZlVjNLG76UiMWDuL4sjc6fi9NZC90j/s1152/ulus05.jpg" imageanchor="1" style="font-size: medium; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center; white-space-collapse: collapse;"><img border="0" data-original-height="831" data-original-width="1152" height="289" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEifR9agYYCiuelV4JnYloBt0bVZ_EqLTJkUC_njfwOgwlSstQMBf9e9AKPhJJwl3iLsuvELOdu2-sAbQGxF5l521hF5Fm-890telfjvdxiOleQBfHd4s96Jd4MmQzapZwVbfgAp9dlcsgQV1fDBC4as1Q6sFmBSFQZlVjNLG76UiMWDuL4sjc6fi9NZC90j/w400-h289/ulus05.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-66308662128147466432024-02-19T16:41:00.005+03:002024-02-19T16:54:00.291+03:00Agresyonun Mikrosu<p><span style="font-family: verdana;">Pazar gazete okumamı yaparken şu ekteki makaleye denk geldim. Oldukça ilginç, tam bir zamane veya zeitgeist konusu. İlk okuyuşta "wow, ne günlerden geçiyoruz yarabbim, modern hayat başımıza ne dertler çıkardı" diyorsunuz. İkinci okuyuşta da "acaba biraz abartıyor muyuz, sorunlar biz onları "sorun" olarak tanımladığımız için mi bu kadar arttı" diye düşünüyorsunuz. Belki de Demirel'in dediği gibi, meseleleri mesele yapmazsanız ortada mesele kalmaz! </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Onca modern sıkıntımızın, çağdaş travmalarımızın, depresyonlarımızın arasında başımıza bir de mikro-agresyon sorunu çıkmış. Mikro olduğu için pek fark edememişiz, ama insanlar istemeden de olsa önyargıları, bilinç altları vesaire ile karşısındakini ruhsal ve hatta fiziksel yıkıma götürebiliyormuş. Gündelik konuşmalarımızın altında bile örtülü bir saldırganlık gösterebiliyormuşuz.</span></p><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCFM9T7TRnIzYvnqG0hLfgA9LC_zNjfV_55FhzhKTXqknO_YGGjMUNMErS28aiDGy-h7Mv4sKC2mR__GKZrXJon6GDjx8CwyDJFoGneZorZSXMqmpy4aFpHbZJPkiHJUHbTP_Ll67zvLjnNhx4vJi3opHu2h4EqMP9vJY0MzKoDbPnTCrsiaF6QDJKLuhh/s1059/mikrosald%C4%B1r02.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="739" data-original-width="1059" height="446" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCFM9T7TRnIzYvnqG0hLfgA9LC_zNjfV_55FhzhKTXqknO_YGGjMUNMErS28aiDGy-h7Mv4sKC2mR__GKZrXJon6GDjx8CwyDJFoGneZorZSXMqmpy4aFpHbZJPkiHJUHbTP_Ll67zvLjnNhx4vJi3opHu2h4EqMP9vJY0MzKoDbPnTCrsiaF6QDJKLuhh/w640-h446/mikrosald%C4%B1r02.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">okuldan çıktık, agresifiz!</span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Hatta çoğunlukla bu saldırganlık, muhatabını övüyormuş, iltifat ediyormuş, onun iyiliğini istiyormuş görüntüsü altında kendini gizleyebiliyormuş. Hani eskiden tatil yörelerinde gezerken esnaf bize ingilizce seslenir, biz de gururumuz okşanarak "ben de Türk'üm gardaş" dediğimizde eleman "aaa, hiç de Türk'e benzemiyorsunuz" derdi de biz pek bir böbürlenirdik ya... meğer bize mikro agresyon uyguluyormuş, aslında önyargılarını kusuyor veya inceden seni aşağılıyor olabilirmiş. Yok yahu, adam sadece taklit gucci tişört satma derdinde...</span><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Yazıya göre, çok şişman bir arkadaşınıza "biraz az ye, çok şişmanlamışsın" veya zayıf bir elemana "sağlıklı olman için bir kaç kilo alman iyi olur" derseniz bu saldırganlığa giriyor. Ama dur bakalım, kilosu hakkında küçük bir yorum yapmakla yırtamazsınız. Yapmamakla da yırtamazsınız. Çünkü çok zayıf bir arkadaşınıza "azıcık daha yesene lan" derseniz mikro agresyon, "biraz daha az ye de, rüzgarla havalanıp uç" derseniz sarkastik agresyon, anlamlı anlamlı bakıp hiçbir yorum yapmazsanız nötr agresyon, "pantolonun belinden düşmüş" derseniz dolaylı agresyon, "zayıf insanları kimse sevmez" derseniz kinsel agresyon, "erkek adam bu kadar zayıf olmaz" derseniz cinsel agresyon, "bu ne hal yahu, İsa'nın havarilerine benzemişsin" derseniz dinsel agresyon, "aşırı zayıflığın yadsınamaz bir gerçek" derseniz edimsel agresyon, görmezden gelirseniz pasif agresyon, "bu ne hal ulan" diye ensesine şaplak atarsanız fiziki agresyon uygulamış oluyorsunuz. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg-VVOtzyASBHPE5TWRQfikCEagXJZWq8qUxvlDRilNNkQo9Gx24Vl3G17SEaxlvEA_sHpC5bMajhEDwRV-xyUs9j8S_sw1HQEIcF_Ghs8fo40Ne1hGDcq14LOWsqXXabPrXJMHRnVyaf8xTj81C3BnN1ZvEfbLTzH_vMmQhdTq82XO28R079WxfDs4Nnbn/s700/mikrosald%C4%B1r03.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="700" height="229" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg-VVOtzyASBHPE5TWRQfikCEagXJZWq8qUxvlDRilNNkQo9Gx24Vl3G17SEaxlvEA_sHpC5bMajhEDwRV-xyUs9j8S_sw1HQEIcF_Ghs8fo40Ne1hGDcq14LOWsqXXabPrXJMHRnVyaf8xTj81C3BnN1ZvEfbLTzH_vMmQhdTq82XO28R079WxfDs4Nnbn/w400-h229/mikrosald%C4%B1r03.jpg" width="400" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Gördüğünüz gibi, ne yapsanız (veya yapmasanız) her durumda saldırgansınız. Niye? Çünkü tanımlanmış, ismi konulmuş. Modern bilimler gelişme sağladıkça giderek kompartmantalize oluyor, her şeyi tanımlıyor, boş alan bırakmıyor, bir de havalı isimler koyarak bizi hayran bırakıyor! bir yerden sonra dil ve terminoloji her şeyin önüne geçiyor, bilimsel bir jargonla diktanızı sağlamlaştırıyorsunuz. Örneğin eskiden olsa kilo almış bir arkadaşınıza "bu ne hal lan, duba gibi olmuşsun" derdiniz, veya sitem etmek için "senin yaptığını Çorum'lu yapmaz" derdiniz... buna verilecek cevap da "ne atarlanıyorsun ulan" veya "oraya gelirsem alırım paçanı aşşağı" olurdu. Şimdi ise eleman seni mikro-dolaylı-ruhsal agresyon ile suçlasa sıçtın; mahkemeye gidersiniz, bilirkişi olarak psikologlar, davranışsal koçlar, sosyologlar, nefret suçları konusunda uzmanlaşmış avukatlar falan atanır işin içinden çıkamazsınız. </span><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Yaa işte, daha birkaç yıl önceye kadar eve gelen arkadaşınızı sofraya davet ederdiniz. Anenanneniz de "ah yavrııım, incecik kalmışsın, süzülüp gitmişsin, yi bakayım" diye zorla iki kepçe daha çorba koyardı. Kimsenin aklına bunun agresyon veya regresyon olabileceği gelmezdi. Ama devir değişti; üstüne bir de anneanneniz "sen nerelisin evladım? haa, içinden mi" falan diye sorsa, "ah, pek de akça pakçaymışsın" dese, "felsefe bölümünde misin? ah keşke tıbba gitseymişin" yorumunu yapsa ayvayı yediniz, zavallı kadıncağıza agresyonun ne olduğunu bile anlatamazsınız. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Artık bireyler arası ilişki sıfıra inmek zorunda. Amerika'da iş yerlerinde ne davalar açılıyor, karşı cinsten bir iş arkadaşınıza "aaa, saçını mı kestirdin, böyle daha güzel olmuş" dediğiniz anda yallah cinsel taciz üstü mikro agresyondan hapse! Bence bir şey dememek de riskli, sükut ikrardan gelir diyerek avukatını arayabilir. Yeni tanıştığınız bir kişiye nereli olduğunu, hobisini, tuttuğu takımı, sevdiği yemeği sormak bile çok riskli; hele ki dini inancı, felsefi görüşü hakkında bir sohbet artık mevzu bahis değil. Hal böyle iken ben ne diye bir insan evladıyla sohbet etmeye, muhabbet koymaya çalışayım? Yanına yaklaşmam, göz göze bile gelmem, eve gidip feysbuka bakarım daha iyi (ama orada da layk'lama sorunsalı var, yine dikkat etmek lazım, bir de emoji agresyonu ile uğraşmayalım) </span></p><p><span style="font-family: verdana;">70'lerin sonlarında "mind your language" diye bir ingiliz komedisi vardı. İngiltere'de bir dil okuluna kaydolan İtalyan, İspanyol, Yunan, Hintli, Paki, Çinli, Fransız vb. 72 milletten öğrencilerin komik hikayeleri. Gülmekten katılarak izlerdik ama tabii milletler hakkında her türlü stereotip espriyi kullanırlardı. Bu esprilerden hiç biri beni italyandan veya çinliden soğutmadı, tam tersine sempatimi artırdı, kültürlerini tanımama yardımcı oldu, ama o diziyi bugün yayına koysan, aman yarabbim, yer yerinden oynar, diplomatik krizler çıkar, olay Birleşmiş Milletler'e taşınır. </span></p><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNEvWp7mDWaof74lVS-uuqLhH9jOPo3B7pNHd9sIVMlYYK1q0X7RBpOs6zgDohUz1hRdKPX12scEOinXXDUAeYNi9ZCRWBNZDhD8MNYtT4VSCUfMHHl1d24YunDw18tscLE3IT8oUlkAzCcb6AR-lHfGONybBaJSZqjK-Uq0S1tSxWW2p7jKm6_izIm4Gl/s1600/mikrosald%C4%B1r01.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNEvWp7mDWaof74lVS-uuqLhH9jOPo3B7pNHd9sIVMlYYK1q0X7RBpOs6zgDohUz1hRdKPX12scEOinXXDUAeYNi9ZCRWBNZDhD8MNYtT4VSCUfMHHl1d24YunDw18tscLE3IT8oUlkAzCcb6AR-lHfGONybBaJSZqjK-Uq0S1tSxWW2p7jKm6_izIm4Gl/w640-h480/mikrosald%C4%B1r01.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Tüm bölümleri youtube'a yüklenmiş, kaçırmayın, bir daha böyle bir mizah yapılamayacak</span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Bunun sonucunda dünya üzerinde artık mizah, humor kalmadı; hayatımız kup kuru, yavan, tatsız tuzsuz, gergin bir atmosferle kuşatıldı. Ağzından her çıkanı on kere düşünüp yirmi kere tartıp öyle konuşacaksın. Veya konuşmayacaksın. Susacaksan da tavrına, duruşuna dikkat edeceksin. Mümkünse göze görünmeyeceksin, ama niye görünmediğinin de tutarlı bir açıklaması olacak. Kısacası ne yapsan bir şekilde karşındakinin hassasiyetini incitiyor, agresyon gösteriyor olacaksın, ama en azından agresyonun hangi alt dalından yürüyeceğini ve başına daha az iş açılma ihtimalini -mümkünse- kendin belirleyeceksin. </span><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Daha da kısacası, dünyanın, insan ilişkilerinin boku çıktı. Ama böyle söyleyince havası olmuyor, kaale alınmıyor, biz en iyisi "dünyanın post-dışkısal normatif değerler kümesi mikro-olumsuzlamaya uğradı" diyelim...</span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-24277249842087064462024-02-19T16:22:00.006+03:002024-02-19T16:52:43.284+03:00Bunun Konsekuvınsları Olacak <p><span style="background-color: white; color: #050505; white-space-collapse: preserve;"><span style="font-family: verdana;">Az önce bir yabancı dizi seyrederken bir kez daha fark ettim, kelimelerin anlamlarının fonetik ile, tını ile çok önemli bir bağı var. Yani, düz anlam ile kelime çok bir şey ifade etmiyor, etkisini yetkisini yitiriyor. Kelimeye mutlaka güçlü bir akustik destek lazım, yoksa büyüsü kaybolup gidiyor. Mesela adam dizide diyor ki;</span></span></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">-There will be consequences (der vil bi konsekuvensıs) - yani, "bunun sonuçları olacak"</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigXc_XNy1W_Ycd4cIfvkBh6XEXSzV5sB0qbsq2Cpdw0hLME9z5P6o7VwxFA1JaYLp1B_Rcb0Q192HTWWKwy9jrcugFQZAexRRNaGVvyn9Jx-oohCPdr80LC2gbjn3w7WxyAzI22aHceg0TDDVQHh9A5QomJSGb-HSP3Pe-QTYBFJO9d2wKQ74-nKC09vJn/s445/konseku%C4%B1ns.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="311" data-original-width="445" height="448" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEigXc_XNy1W_Ycd4cIfvkBh6XEXSzV5sB0qbsq2Cpdw0hLME9z5P6o7VwxFA1JaYLp1B_Rcb0Q192HTWWKwy9jrcugFQZAexRRNaGVvyn9Jx-oohCPdr80LC2gbjn3w7WxyAzI22aHceg0TDDVQHh9A5QomJSGb-HSP3Pe-QTYBFJO9d2wKQ74-nKC09vJn/w640-h448/konseku%C4%B1ns.jpg" width="640" /></a></div>Bunu derken dişlerinin arasından tıslıyor, hatta biraz da tükürük <a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a>saçıyor ve böyle ağzını dudağını büze büze "konsekuvıns" derken muhatabı altında eziliyor. Ama bunu türkçeye çevir, "bak, bunun sonuçları olacak" Eee, sonucunu yerim. Kelimenin hiç bir etkisi yok, büyüsü sıfır. Ekrandaki ağzını doldura doldura konsekuvıns dedi mi eriyip gidiyorsun, ödün patlıyor ve gerçekten "sonuç"larından tırsıp vazgeçiyorsun. Dizilerde, filmlerde de böyle; ingiliz söyleyince etkisi oluyor; türk kardeşim "bak, sonuçları olacak haa, söylemedi deme" dediğinde fısss...</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Bir de bu konsekuvıns'ın kankaları var. Dizideki eleman ardından ekliyor;</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">"There will be repercussions, retributions (der vil bi ripörkaşıns, retribüşıns" - yani kabaca "yaptıklarının karşılığı olacak, cezasını çekeceksin" </span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Ama olmuyor işte, o gavurcadaki fonetik, akustik yok! konsekuvıns ile adam kroşeyi çakıyor, ardından sağlı sollu ripörkaşşın, retribüğşın dedi mi senin kulaklarından beynine yıldırımlar çakıyor, ambale oluyorsun, seni ses ile dövüyor. </span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">O yüzden yabancı dizileri çevirince bize anlamsız geliyor: "bah bunun sonuçları olacak, karşılığı olacak, cezanı çekecen" dedi mi hiç bir inandırıcılığı yok. Biz de dizideki adam tırsıp geri adım atınca "eee, n'oldu ki şimdi" diyoruz haliyle. </span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Bu durumu kompanse etmek için tek çare çevirilerde argoya, küfre kaçmak yoksa seyirciye o elektriği veremiyorsun. Dizideki adam "der vil bi konsekuvensıs" diye tısladığında "bak gardeşim, bu yaptıkların g.tünde patlayacak" demen lazım ki, seyirci o duyguyu alabilsin.</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">İsimlerde de bu durum geçerli, almanların schweinsteiger (şıvaynnştayygır) diye bir futbolcusu vardı, resmen sahaya 13-14 kişi çıkmış gibi oluyorlardı. Maçta bunu savunmak, önünde durmak mümkün mü, seni adıyla eziyor. Zaten herif topu aldı mı dümdüz gidiyordu. Maçtan önce rakibin soyunma odasını düşünsene, örneğin takımda bir de Kim diye koreli futbolcu olsun, ağzıyla kuş tutsa yaranamaz:</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">- Sen maçta Kim'i tutacaksın</span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">- Kimi tutacağım?</span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">- Kim'i işte, adım attırma elemana...</span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">- Aman hocam bırak yaa, yedek oturayım daha iyi...</span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">- Tamam o zaman, şıvaynşıtaygır sende</span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">- Yapma hocam ne diyorsun, benim çoluğum çocuğum var</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space-collapse: preserve;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Yaa işte, dilinize bir kelime kazandırırken, çocuğunuza isim koyarken sadece anlama, içeriğe bakmayın. Sese, fonetiğe, akustiğe, tınıya yani zarfa da bakın. Yoksaa... der vil bi konsekuvensıssss</span></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-71379999241987101252023-11-18T16:06:00.006+03:002023-11-24T12:12:56.123+03:00Ankara'dan Paris'e Frig Beresinin Macerası<p><span style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Sabırsızlıkla beklediğimiz 2024 Paris Olimpiyatlarının maskotu geçenlerde açıklandı ve iki adet bonnets phrygiens, yani Frig beresi kadrolu maskot olarak oyunlara atandı. Tabii ki organizasyon komitesi hemen maskotun hikayesini yayınladı; çok eski zamanlardan beri özgürlük sembolü olan Frig beresi, 12. yüzyılda Notre Dame katedralinin inşaatından 1789 Fransız devrimine kadar Fransızların tarihinde yer almış. Devrim ve özgürlüğün simgesi olan Frig bereleri, şimdi de olimpiyatların ruhunu ateşlemeye gelmiş. Maskotların adı "Frig'ler" olarak tescilli! </span></span></p><p><span style="background-color: white; color: #222222;"></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3ken4_d4btUX63RJLmcPVCExQvtXjPHvRQg7hJKVFE6_stiuxCW1ok4ho2R-zbfMuML3dfYksaiV7jfIFlRBV8KF2-OkupCpcrqW4dszwarW0cUKdU4gMBiiSqxdwGs6ggsj-MDjBe_ejE5f5Ex0hY_7g6kmit_8ZDourlwRoywOs-1pG1X37Y3T0WLts/s1440/mascot.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="808" data-original-width="1440" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3ken4_d4btUX63RJLmcPVCExQvtXjPHvRQg7hJKVFE6_stiuxCW1ok4ho2R-zbfMuML3dfYksaiV7jfIFlRBV8KF2-OkupCpcrqW4dszwarW0cUKdU4gMBiiSqxdwGs6ggsj-MDjBe_ejE5f5Ex0hY_7g6kmit_8ZDourlwRoywOs-1pG1X37Y3T0WLts/w640-h360/mascot.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Les bonnets phrygiens</i></span></td></tr></tbody></table><span style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Tabii ki olimpiyat komitesi 12. yüzyıldan daha geriye giderek, maskotun Anadolu'nun incisi Angara'mızla bağlantısı detayına girmemiş. Biliyorum, ortaokulda tarih dersi almış olan sizlerin aklı, Frig kelimesini görünce Anadolu medeniyetlerine gitti ve "bu Frig yoksa o Frig mi" diye düşünmeden edemedi... Evet, o Frig, hani Hititler yıkıldıktan sonra Anadolu'yu parselleyen uygarlıklardan biri; "tuttuğun altın olsun" duasına mazhar, eşek kulaklı kral Midas'ın ülkesi. </span></span><p></p><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNkTm7M8wJuFie3UmtwW7F2SH3rWxR3VoITI8-FFw00vysPW317LGfl3DWDEYCKGTTem0m0HVWPnH4IS1AQjYNBiQuJ_ssysKr2RC46K-vbdSmIOcf_2zvPKgmrw7od8GutIHLpaa6p40djgpQ8YeFjfJtpmjPQWhC7DZCVjynXieHKTHWanWz5ebbBF5C/s2748/DSCF8279%20(2).JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="2024" data-original-width="2748" height="472" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNkTm7M8wJuFie3UmtwW7F2SH3rWxR3VoITI8-FFw00vysPW317LGfl3DWDEYCKGTTem0m0HVWPnH4IS1AQjYNBiQuJ_ssysKr2RC46K-vbdSmIOcf_2zvPKgmrw7od8GutIHLpaa6p40djgpQ8YeFjfJtpmjPQWhC7DZCVjynXieHKTHWanWz5ebbBF5C/w640-h472/DSCF8279%20(2).JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Bu Frig işte o Frig</i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Derler ki bu Friglerin öncülleri aslında Güneydoğu Avrupa kökenli bir topluluk imiş. Trakya-Makedonya civarlarında ikamet ederlerken, Hititlerin yıkılmasının ardından İç/Batı Anadolu'ya kadar inmişler ve Anadolu'nun bozkırına yerleşmişler. Bir diğer rivayete göre, meşhur Truva Savaşında Truvalıların yanında savaşmışlar; ancak Truvalılar yenilince Frigler de mağlup sayılmış (bilindik hikaye) ve Anadolu'nun içlerine göçmüşler. </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Hatta ve hatta, Truvalılar ile öyle sıkı müttefiklermiş ki, savaşın müsebbibi olan Helena takıntılı Paris de Frig beresi giyermiş. Böylece Paris efendi, tarihte Frig beresi taktığı bilinen ilk selebriti olmuş ve antik dünyada bir moda akımı başlatmış. Kaderin bir cilvesi olarak, Truvalı Paris'ten 3000 küsür yıl sonra Fransız Paris de olimpiyat maskotu olarak Frig beresini seçmiş. Bu da mı gol değil ey tarihçiler? </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj4xRRInkHmGR6EjVbhBIAszGEkqb3FIzhTtXOnmQjHf4FdU0Xq58t3onldFgY1x-0vO5EWzXy39qxUbnwfAewtEA8dqjP8s02FGL-p5Za-oSdSJFd2ft0A6IWq7fVGAjEBvUGeuSVlj8fAW1wYwOYVXQK4FnawWviSPgRs5_XYmPwsW0fASyuMB3XFDxrc/s1500/01_helenparis.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1000" data-original-width="1500" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj4xRRInkHmGR6EjVbhBIAszGEkqb3FIzhTtXOnmQjHf4FdU0Xq58t3onldFgY1x-0vO5EWzXy39qxUbnwfAewtEA8dqjP8s02FGL-p5Za-oSdSJFd2ft0A6IWq7fVGAjEBvUGeuSVlj8fAW1wYwOYVXQK4FnawWviSPgRs5_XYmPwsW0fASyuMB3XFDxrc/w640-h426/01_helenparis.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Başında Frig beresi ile Truvalı Paris'in başka kadın kalmamış gibi Helen'e sardırması dünyanın gelecek 3000 yılını değiştirdi.</i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Truva savaşı bildiğiniz gibi pek sportmence, olimpiyat ruhuyla sonlanmamış. Yunan olimpik milli takımı, eskrim dalında Hector'u tepeleyen Achilles ile madalya kazansa da, okçuluk müsabakalarında topuklarından vurulmuş. Sonunda tahta bir at ile kaleyi içten fethederek binlerce yıl sonra ortaya çıkacak hain bilgisayar virüslerine (trojan) isim babalığı yapmış. Hile hurdalarından utanmadıkları gibi, memlekete dönünce bir de olimpiyatları icat etmişler ve maskot olarak... orasını bilmiyorum. </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Neyse efendim, bizim Frigler Truva Olimpiyatlarında hezimete uğrayınca, Frig şapkalarını alıp süklüm püklüm Anadolu içlerine göçmüş, Hititlerden boşalan Angara bozkırına yerleşmiş. Başkentleri Gordion'u Polatlı'nın az ötesine kurmuşlar. Polatlı'yı bilirsiniz, bir ara il olmak konusuna takılmışlardı, şehrin girişinde/çıkışında "il olmak istiyoruz" pankartları değişik dillerde (frigce hariç) asılıydı. Yav arkadaş, siz 3000 yıl önce dünyanın başkenti olmuşsunuz, bırakın biraz da Paris meşhur olsun...</span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj7O59cQGjmiyhyphenhyphenILsWr3_U0P7zzUGsvEjFm0y6WsPKhB4pTJ7gtXrGNBJThI914sWQ5AIz7LyGYTvDHQIz7F9TV-aB1PnYlDOd9GUquVWqcc5bXMFqTamV-61V7OBJr0RIO13bn6cRT9QQFNW5xGCP95wlu2c0WZeiXfwHDTL8ir4vEY_l4NE97OYFO82R/s3264/DSCF8269.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="2448" data-original-width="3264" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj7O59cQGjmiyhyphenhyphenILsWr3_U0P7zzUGsvEjFm0y6WsPKhB4pTJ7gtXrGNBJThI914sWQ5AIz7LyGYTvDHQIz7F9TV-aB1PnYlDOd9GUquVWqcc5bXMFqTamV-61V7OBJr0RIO13bn6cRT9QQFNW5xGCP95wlu2c0WZeiXfwHDTL8ir4vEY_l4NE97OYFO82R/w640-h480/DSCF8269.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Henüz Paris'in esamesi okunmazken Polatlı civarı</i> <br /></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Herhalde Friglerin, bugün Fransızların olduğu gibi, bir kültürel hegemonyası varmış. Çünkü bu karizmatik Frig beresi Persler, Medler, Trakyalılar, İskitler, hatta ileride Romalılar arasında da tutmuş ve çok meşhur olmuş. Romalılarda Frig beresi, hür vatandaşların sembollerinden biriymiş ve azat edilen köleler ilk iş olarak kafalarına bir frig beresi geçirirmiş. Böylece, Avrupa kültüründe Frig beresi özgürlükle özdeşleşmiş ve her türlü ayaklanmada, devrimde, egemenlere karşı savaşta özgürlüğün sembolü olmuş. Fransızların "Özgürlük tanrıçası", liberté, égalité, fraternité'nin anası Marianne bile kafasında Frig beresi ile betimlenmiş. </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg0EkWmxybP55Q9QCvnITK76sJOLkvyePx9-3swTh4zQH_nnZCriitFmdu2-DO70Vm7mE9iv5saKDRRac54PfExMtAk3OgySgil4Doq4AEfIxa4g2Bcvc-Py8uWnnMfT13Q-QDwNmKT_dx8IWv9IgxwBJalIY6mUtGNe-3Rcv7XIR3Od15vonFV0dPEdZOv/s823/marianne.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="486" data-original-width="823" height="378" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg0EkWmxybP55Q9QCvnITK76sJOLkvyePx9-3swTh4zQH_nnZCriitFmdu2-DO70Vm7mE9iv5saKDRRac54PfExMtAk3OgySgil4Doq4AEfIxa4g2Bcvc-Py8uWnnMfT13Q-QDwNmKT_dx8IWv9IgxwBJalIY6mUtGNe-3Rcv7XIR3Od15vonFV0dPEdZOv/w640-h378/marianne.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Maskot açıklanır açıklanmaz Fransız basını Marianne'in başına Frig beresini geçirmiş. Biraz daha yukarı bakacaksınız. </i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Frig beresi, özgürlük ateşiyle okyanusları aşmış ve Amerikan Bağımsızlık Savaşında da özgürlüğün sembolü olmuş. Yetmemiş Güney Amerika'ya geçmiş, orada da özgürlük mücadelelerine destek vermiş ve dünya çapında devrimlerin, bağımsızlık savaşlarının simgesi olmuş. Modern tarihte Frig beresini hangi özgürlük mücadelesinde gördünüz? İyi düşünün? Evet, bildiniz, Şirinler! Gargamel'e karşı büyük bir bağımsızlık savaşı veren Şirinlerimizin Frig beresi giymesi tesadüf değil! </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUzEvhSZqxpEIFXOY7skUQ-x0JGyxhGrsefaZqoTjUAgjtgWEqcl2JrVMpaFDaK2kouQBJnGmkBuu7Sh7e10r1kl4tBB3gmXsWSViHh7Ae0G8OF4bIGzxvTSXsv1AKpY4WarkpnzUXFIDG7k4K5qPNb_PtreR3-og3cyw4qYzZNQpbnWkEhXPkHa8UpycV/s1300/raw_sirinler-uruguayda-kriz-yaratti_098218142.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="650" data-original-width="1300" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUzEvhSZqxpEIFXOY7skUQ-x0JGyxhGrsefaZqoTjUAgjtgWEqcl2JrVMpaFDaK2kouQBJnGmkBuu7Sh7e10r1kl4tBB3gmXsWSViHh7Ae0G8OF4bIGzxvTSXsv1AKpY4WarkpnzUXFIDG7k4K5qPNb_PtreR3-og3cyw4qYzZNQpbnWkEhXPkHa8UpycV/w640-h320/raw_sirinler-uruguayda-kriz-yaratti_098218142.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Bir diğer özgürlük savaşçısı çete; Şirinler! </i><br /><br /></span></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Frig beresi sadece özgürlük, bağımsızlık ile ilintili değil; bir efsaneye göre, Friglerin en meşhur kralı Midas, afedersiniz, biraz irice kulaklara sahipmiş ve "eşşek kulaklı Midas" olarak bilinmesinden dolayı başın</span><span style="font-family: verdana;">a geçirdiği bir bere ile (tabii ki Frig beresi) dolaşırmış. Midas'ın hepimizin bildiği iki ünlü efsanesi var; biri eşek kulakları, diğeri ise tanrı Dionysos'un ona bağışladığı "tuttuğunu altın etme" hediyesi, veya laneti... Şimdi çok detaylarına girmeyelim ama bu mitolojik efsaneleri, altında yatan, evrensel özellikleri olan hikayeleri ile okursunuz. </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Midas döneminde kuzeyden gelen Kimmerler Frig başkenti Gordion'u yerle bir etmiş. Kimmerler deyince aklımıza meşhur Barbar Conan gelir; kendisi Frigya kuşatmasında da bulunmuş mudur bilemem, ama adaleli meslektaşları Gordion'a cehennemi yaşatmış. Tam toparladık derlerken doğudan Persler ve meşhur kralları Cyrus gelmiş, yine şehri dümdüz edip gitmişler. Gordion tekrar inşa edilmiş, tam huzura erecekken batıdan İskender gelmiş. </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhqQC8SIWW-BTvxPhu20ACNzUu_3ht24JS1nPaO-tSeEy41lqYSuXkuZ6whEPQCv-iYItA4scRncaRjfBFZtXPmh2CJBmS9Lfjv_w-lTev3EgarK27NNDzJnZUPxSgkOUj9-l9QWjhcafw3I5EycEpmqXJ7meuF2j_iZEXk4z3j0SowwpogJFAWNOOnDR2l/s1510/IMG_0440.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1510" data-original-width="1280" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhqQC8SIWW-BTvxPhu20ACNzUu_3ht24JS1nPaO-tSeEy41lqYSuXkuZ6whEPQCv-iYItA4scRncaRjfBFZtXPmh2CJBmS9Lfjv_w-lTev3EgarK27NNDzJnZUPxSgkOUj9-l9QWjhcafw3I5EycEpmqXJ7meuF2j_iZEXk4z3j0SowwpogJFAWNOOnDR2l/w542-h640/IMG_0440.JPG" width="542" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Gordion, dünyanın ilk posta yolu (daha afilisi Kral Yolu) üzerindeki en önemli duraklardan biri imiş aynı zamanda...</i></span></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Frigler bu sefer kaba kuvvet ve fiziki savunma yerine, şehri ilk kuran kralları Gordios'un öküz arabasını ağaca bağladığı düğümü göstermişler. Hemen efsane anlatılmış, bu düğümü çözebilen Asya'nın hükümdarı olacaktır diye... İskender şöyle bir girişmiş düğüme, ama bakmış çözülecek gibi değil, sinirlenmiş, kılıca sarılıp "çekerim emaneti keserim hıyaneti" diyerek düğümü parçalamış. Sonrasını biliyorsunuz, hızını alamayıp Hindistan'ın oralara kadar gitti... </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiDTjUUGLMJJfpX-b8jv7-CE8BCWbUfNQMuQoQXOSMFs1cUx3uAaa5gbFqXutePdxFeOaeuLJNqJoLltaMtlY_zGXkaRfZav_KAmSOvpJk2sJZa6yISWPOrHZGSYpzQ2Od_dKK6cNKtyFZUFAGmQCjJ22GybN_ykqwGGn-UlxcfiDKC_Mqd2rKGt-SP4VHP/s2297/DSCF8252%20(2).JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1772" data-original-width="2297" height="309" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiDTjUUGLMJJfpX-b8jv7-CE8BCWbUfNQMuQoQXOSMFs1cUx3uAaa5gbFqXutePdxFeOaeuLJNqJoLltaMtlY_zGXkaRfZav_KAmSOvpJk2sJZa6yISWPOrHZGSYpzQ2Od_dKK6cNKtyFZUFAGmQCjJ22GybN_ykqwGGn-UlxcfiDKC_Mqd2rKGt-SP4VHP/w400-h309/DSCF8252%20(2).JPG" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Şu aralar restorasyonda olan Gordion Müzesinin dış duvarından; her daim savaş atlarının üstünde olan Frigyalılar<br />Düzeltme: Nazik bir okurum, üstteki figürün Napoli Müzesinde sergilenen ve Büyük İskender'i at üzerinde tasvir eden çok meşhur bir mozaik olduğunu bildirdi. Bir yerden gözüm ısırıyor sanki diyecektim, cidden meşhur bir şahsiyet imiş...</i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Gordion'u kuran ve Midas'ın da babası olan Gordios, ölümünde şanıyla şerefiyle gömülmek istemiş. Saray erkanını çağırıp "hacı, bu aralar nasıl bir kabir moda, Mısır'da taşları dizip piramit falan yapıyorlarmış diye duydum" demiş. Tabii henüz oğlu Midas tuttuğunu altın edemediği için hazine tamtakır; "kralım, şimdi o kadar taşı kim dizecek, sizi güzelce bir ahşap odaya gömer, üstünüze toprağı yığarız, vallahi piramitten farkı olmaz" diye vermişler gazı...</span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj81dAm63ipx1LFPuEAHhyphenhyphennWsDtyGx5bERDql9AGSACrJhY57sDHqI2Q0hXtjkTpbUzyp5Ftwp_wM5Mn0RMcfw1sQlnQXP9CsRcwkds92JhyphenhyphendN8CETwe-eqe81OmgRajjWp31H542xbJ6BrbkrfefP5M9Kk6jqpGsTU6uA_n11wgQSH215y95JTJrJJSF7H/s1024/DSCF8229.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="751" data-original-width="1024" height="470" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj81dAm63ipx1LFPuEAHhyphenhyphennWsDtyGx5bERDql9AGSACrJhY57sDHqI2Q0hXtjkTpbUzyp5Ftwp_wM5Mn0RMcfw1sQlnQXP9CsRcwkds92JhyphenhyphendN8CETwe-eqe81OmgRajjWp31H542xbJ6BrbkrfefP5M9Kk6jqpGsTU6uA_n11wgQSH215y95JTJrJJSF7H/w640-h470/DSCF8229.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Tümülüsün girişi</i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Böylece ortaya antik dünyanın en büyük tümülüslerinden Midas Tümülüsü çıkmış. Ardıç ve çam ağaçlarından yapılmış bir mezar odasının üzerine yığmışlar taşı toprağı, 300 metre çapında, 53 metre yükseklikte bir tümülüs inşa etmişler. Tabii bir piramit görkemi yok, ama ekonomik kriz dönemlerinde "fakir kralın piramidi" olarak iş görmüş. Bu modeli beğenen Gordion eşrafı da, gücünün yettiğince tümülüs'cükler yaptırmış şehrin civarına, şöyle bir etrafınıza baktığınızda görebiliyorsunuz... </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjm93bi6Fnb0tf8izM5_Pp2O5ItonAsdtRL3I5U4PHNcMpVv69ikYsWlD8X65PUwaEjzSpODL6taCnfhCi2Pj_LlU6A23_KG4ydVEpmK_rcHL_kOqK8eSkpIlw7EXYFMdWUdzhIrdB3FEWgD_IC-SlGCvVRnIXEKpD6d0pmMTse-xqwwsowq3VztL9Qsrp5/s2378/DSCF8258%20(2).JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1561" data-original-width="2378" height="420" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjm93bi6Fnb0tf8izM5_Pp2O5ItonAsdtRL3I5U4PHNcMpVv69ikYsWlD8X65PUwaEjzSpODL6taCnfhCi2Pj_LlU6A23_KG4ydVEpmK_rcHL_kOqK8eSkpIlw7EXYFMdWUdzhIrdB3FEWgD_IC-SlGCvVRnIXEKpD6d0pmMTse-xqwwsowq3VztL9Qsrp5/w640-h420/DSCF8258%20(2).JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Halen Gordion banliyölerinde ufak ufak tümülüscükler görülebiliyor...</i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Yaa işte böyle, 2024 Paris Olimpiyatlarının maskotu bizi Angara'mızın batı sancaktarı, topçuların diyarı Polatlı'ya, bundan 2500-3000 yıl öncelere kadar getirdi. Frig beresinin özgürlükle, bağımsızlık mücadelesi ile özdeşleşmesi boşuna olmamış; 4-5 asırlık bir dönemde Friglere saldıran cengaverlerin listesine baksanıza, barbar Conanlar, Pers Kralı Cyrus (Kiros)'lar, tüm dünyayı dize getiren İskenderler... İlerleyen yıllarda Moğolları, Timurları saymıyoruz bile. </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Frig beresi, Fransızlar için bir devrim ve özgürlük sembolü olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti için de benzer anlama sahip diyebiliriz. Frig başkenti Gordion'da kafayı kaldırıp Midas tümülüsünün az güneydoğusuna bakarsanız, Anadolu bozkırında yükselen görkemli bir tepe göreceksiniz. Duatepe. Kurtuluş Savaşımızın dönüm noktası. İşgal güçlerinin ilerleyişinin durdurulduğu ve Türk ordularının önemli bir mevzi kazanarak dengeleri kendi lehine değiştirdiği nokta. </span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjihXtEw39GDdK5ymC2vUY870RpvF5Hz46PmwnqndLBfy8Wd09pcYwUG5nePbsgoTJAgBS1LZcdvd4UorpTF7X87ICMYm5-kEFLm9QfuVkLGa5Pcwos16DYzIQW7riEktF8Ce2m8h_RMTuC7jARiVyc5VlFbkZhc7FyJGC4GkZ33KOD0T3QSxTlBy66hzmU/s3264/DSCF8200.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="2448" data-original-width="3264" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjihXtEw39GDdK5ymC2vUY870RpvF5Hz46PmwnqndLBfy8Wd09pcYwUG5nePbsgoTJAgBS1LZcdvd4UorpTF7X87ICMYm5-kEFLm9QfuVkLGa5Pcwos16DYzIQW7riEktF8Ce2m8h_RMTuC7jARiVyc5VlFbkZhc7FyJGC4GkZ33KOD0T3QSxTlBy66hzmU/w640-h480/DSCF8200.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Duatepe Anıtı</i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Ben de Duatepe/Gordion turumu Cumhuriyetimizin 100. yıldönümüne denk getirerek yüzyıllara yayılan bu kadim uygarlıkların havasını koklamak, burada yaşanılan büyük savaşların, hele ki atalarımızın akıl almaz fedakarlıklarla bu toprakları savunduğu mücadelelerin anısını hissetmek istemiştim. Her Angaralı hemşerime şiddetle tavsiye ederim; Duatepe ve birkaç kilometre ötesindeki Gordion antik kentine bir yarım gününüzü ayırsanız pişman olmazsınız...</span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVQb1-DYAvp3xqDbELOUqxfuwQeGs_zOgP9tUpq-Ue-h_SCj_4Qxgpu3r-oddc3o8e_ZgwYcR3DhwtwVRkJQWl-mEUb9wy7YhzUEg-bIqiWO1bxpSmygcqNnBPeAAk_wZPprpZQ3hoDGtpVk4RZxFcVRrUjlmidszlyCawRymoICEgHwW7LDIfy5HW-Qpq/s3840/DSCF8181.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="3840" height="180" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhVQb1-DYAvp3xqDbELOUqxfuwQeGs_zOgP9tUpq-Ue-h_SCj_4Qxgpu3r-oddc3o8e_ZgwYcR3DhwtwVRkJQWl-mEUb9wy7YhzUEg-bIqiWO1bxpSmygcqNnBPeAAk_wZPprpZQ3hoDGtpVk4RZxFcVRrUjlmidszlyCawRymoICEgHwW7LDIfy5HW-Qpq/w640-h180/DSCF8181.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Duatepe'den Gordion'a bakış</i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Duatepe'de Mustafa Kemal Atatürk'ün dürbünle düşman mevzilerini gözetlediği noktadan ufka doğru baktığınızda Midas Tümülüsü'nü seçmeniz mümkün. Her daim rüzgarın uğultusuyla inleyen bu tepedeki mevzileri gördükten, şehitlerimizi andıktan sonra ufka, Gordion'a doğru bakın, bu topraklarda savaşmış nice ünlü komutanı sırayla aklınızdan geçirirken, Atatürk'ün de içinden şöyle mırıldanmış olabileceğini farz edin: "Barbar Conan, Yüce Kiros, Büyük İskender... Az kenara çekilin bakayım, mekanın sahibi geldi"</span></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_OcGV-A95f4nxDw7bRSuH2buCdHV1nUbwVDyMYlbvfVC8sl-F7P9CldHAfv3tq_wx43AH2U2ZfSl0mAQKuqPyehEXyAyJ2DYhl9TE6O1DIcNMEh-d8XEtCyjlRquRIf0SoSqpiyAIlDmyPKgOKRRbKb5o_wzWL6nmFeaMiv8zMjk9_PwpX5KTnHqol50F/s3264/DSCF8182.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="2448" data-original-width="3264" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_OcGV-A95f4nxDw7bRSuH2buCdHV1nUbwVDyMYlbvfVC8sl-F7P9CldHAfv3tq_wx43AH2U2ZfSl0mAQKuqPyehEXyAyJ2DYhl9TE6O1DIcNMEh-d8XEtCyjlRquRIf0SoSqpiyAIlDmyPKgOKRRbKb5o_wzWL6nmFeaMiv8zMjk9_PwpX5KTnHqol50F/w640-h480/DSCF8182.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Duatepe'de Atatürk </i></span></td></tr></tbody></table></div><div style="background-color: white; color: #222222;"><span style="font-family: verdana;">Efendim, laf lafı, konu konuyu açtı, Paris 2024 olimpiyatlarının maskotu derken Frig beresine, Fransa'nın Paris'inden Truva'</span><wbr style="font-family: verdana;"></wbr><span style="font-family: verdana;">nın Paris'ine, Midas'ın eşşek kulaklarından Gordios'un tümülüsüne, Barbar Conan'dan Barbar Gargamel ve Şirinler'e, Büyük İskender'in kördüğümünden Kurtuluş Savaşımızın düğüm noktasına geldik. Diyeceğim o ki, Roma kölelerinin, Fransa ve Amerika halklarının bağımsızlık mücadeleleri başta olmak üzere dünyada devrim ve özgürlüğün simgesi olmuş Frig beresinin Angara kökenlerini unutmayalım! </span></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com29tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-5265693261422716732023-06-02T12:04:00.005+03:002023-06-02T12:04:34.008+03:00Gölgelerin gücü Adına<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">Fani bir insan evladının Japonya ile ilgili izlenimlerini dile getirmesi kolay değildir; Japon kültürü ile ilgili hiçbir unsur önünüze apaçık serilmez. Her şey dolaylıdır, bol katmanlıdır, görünenin altında nice görülmeyenler vardır, sükunetin gerisinde ne fırtınalar kopmaktadır. O yüzden düşüncelerinizi kelimelere dökmekte zorlanırsınız, hatta ifade etmekten, yargıda bulunmaktan çekinirsiniz. Bazen bir suç ortağı ya da sizi destekleyecek görgü tanığı </span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;"><a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a></span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">ararsınız, “bak o da öyle düşünüyor” demek istersiniz. Geçenlerde Junichiro Tanizaki’nin “Gölgeye Övgü” kitabını okurken aynen böyle hissettim; Japonya ile ilgili kafamda dönüp duran, nasıl ifade edeceğimi bilemediğim bazı konuları Tanizaki’nin kaleminden okumak çok keyifli oldu. </span></span></p><p><span style="font-family: verdana;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhbvlquKfc0F2QUoLdwnmhLJIpCSOm7K_0Cta1tHIJbwRwdEGP0l6tYK1_-d0yCtfdqF0uSSbEqssc91p1IaBznjBeeBvMwvT9lkbPKo57ndkxmUeJTEZaConfRFZbDvE6k742nzA_KIci1O1v7vmHaYlLUDvJACSV_klEx5x1IL9ldiPYobM4yvSV0VA/s1024/g%C3%B6lge09.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="734" data-original-width="1024" height="458" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhbvlquKfc0F2QUoLdwnmhLJIpCSOm7K_0Cta1tHIJbwRwdEGP0l6tYK1_-d0yCtfdqF0uSSbEqssc91p1IaBznjBeeBvMwvT9lkbPKo57ndkxmUeJTEZaConfRFZbDvE6k742nzA_KIci1O1v7vmHaYlLUDvJACSV_klEx5x1IL9ldiPYobM4yvSV0VA/w640-h458/g%C3%B6lge09.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Bırak(ma) güneş içeri girsin! </span></i></td></tr></tbody></table></span><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;">Yanlış anlaşılmasın, Tanizaki Japon edebiyatının en büyük 5-10 yazarından biri, o yüzden benim “Bakın işte, Tanizaki de benim gibi düşünüyormuş” demem hadsizlik olur; sadece kafamda değişik yönlere doğru uçuşan bazı fikirleri toparlayıp etkileyici bir şekilde ifade etmiş olması karşısında saygıyla eğilirim. Japonya hakkında izlenimlerimi paylaştığım üç tane kitap yazdım madem, kendime şahit gösterebileceğim saygın bir isim bulayım bari… Kafatasımın diplerindeki gölgelerin içinde, karanlıkta kalmış düşüncelerimi gün ışığına çıkarmış ünlü bir yazardan destek almanın keyfi ile konuya gireyim. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVr22ykKciAsJFSA_1hEkNXZTwEosZQx1fxqFB-uPv3tOO428vzG-sg5_wn2QY3CV4lHpIyaVt2DAbjGRwNa5x--FhCkYfFzWPZEkR5QNGDIPhODKYGqTb51kZunm8JLL3tWR6RZCBljn1dFWw0k8YHq3Hqlrl0_DhaL04CQh9qad2rl5MODOsND_f0Q/s824/g%C3%B6lge10.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="824" data-original-width="596" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVr22ykKciAsJFSA_1hEkNXZTwEosZQx1fxqFB-uPv3tOO428vzG-sg5_wn2QY3CV4lHpIyaVt2DAbjGRwNa5x--FhCkYfFzWPZEkR5QNGDIPhODKYGqTb51kZunm8JLL3tWR6RZCBljn1dFWw0k8YHq3Hqlrl0_DhaL04CQh9qad2rl5MODOsND_f0Q/w289-h400/g%C3%B6lge10.jpg" width="289" /></a></div><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;">Konu tam da “karanlıkta kalan düşüncelerin gün ışığına çıkması” ile ilgili zaten; sorun, onların gün ışığına çıkarılması değil, karanlıkta kalarak o soluk, belli belirsiz varoluşlarını, üzerimizdeki sakin, rahatlatıcı etkilerini sürdürmeleri. Tanizaki’nin bahse konu kitabının ismi “Gölgeye Övgü” ve 60 sayfalık, ince bir eser. Tanizaki bu kitapta ışık ve gölge, parlaklık ve matlık, kendini sürekli belli eden bir görünürlük ile gizleyen bir tevazu üzerinden Japon toplumu ile batı dünyası arasındaki kültür ve düşünce biçimi farklılıklarının bir kısmını “aydınlatıyor”. Aydınlatma derken biraz da çekiniyorum, zaten amaç bu farklılıklara projektör tutup okuyanı kör etmek değil, tam tersine hafif, dolaylı bir huzme ile dikkatimizi uyandırmak. </span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJb4MA7-rCUT2id6uykUSPLljNcdCNN-BBOXZfYYP075TMbyPkSY7lKLWbfisgOfvHxhL1-6mKey5Xm3Gpo3kTFkG_BYXEWFcq3g_KdLZ47nagC_1hIG82fNpB5GZ041Lv-IjWG4CFqdu1CV8s-Tfsg-vifvrkdbbb1z7MxE9wlQnJle01Abpmiq1vww/s1024/g%C3%B6lge31.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="698" data-original-width="1024" height="436" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJb4MA7-rCUT2id6uykUSPLljNcdCNN-BBOXZfYYP075TMbyPkSY7lKLWbfisgOfvHxhL1-6mKey5Xm3Gpo3kTFkG_BYXEWFcq3g_KdLZ47nagC_1hIG82fNpB5GZ041Lv-IjWG4CFqdu1CV8s-Tfsg-vifvrkdbbb1z7MxE9wlQnJle01Abpmiq1vww/w640-h436/g%C3%B6lge31.jpg" width="640" /></a></div><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;">Tanizaki, argümanlarına Japon geleneksel mimarisinin özellikleri ile başlıyor; ona göre Japon mimarisinin en önemli özelliği geniş saçaklarla tanımlanmış, derin ve yoğun gölgelerin yer aldığı mekanlar. Bir japon yapısına ilk bakışta sazdan, kiremitten çatıları gözünüze çarpar ve altında barındırdığı gölge esastır. Hatta Tanizaki’ye göre ilk önce çatı tasarlanır, inşa edilir, gerekli olan karanlık ve gölge oluşturulduktan sonra inşaatın kalanına geçilir, kapılar, duvarlar, diğer yapı elemanları usturuplu bir şekilde gölgeye yerleştirilir. Batı tarzı evlerin tasarımında mekanın olabildiğince ışık alması, doğal yoldan aydınlanması esasken, Japon evi için gölgelerin yarattığı ışık oyunlarını öne çıkaran bir tasarım tercih edilir. Tanizaki’nin bu savları o derece kabul görmüştür ki, 2020 Tokyo Olimpiyatları için ana stadyumu tasarlayan ünlü Japon mimar Kengo Kuma, stadyum tasarımının teması olarak gölgeyi seçtiğini, geniş gölgeler yaratacak bir proje üzerinde çalıştığını ve bunu Tanizaki’nin Gölgeye Övgü’sü üzerine tasarladığını yazmış. </span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwJAkZV1sOhAf03JPWAOjNWrs_XDvwboI590MDINL3Lxh0UF3oinVbLDBZBDqmM1uWmASBFnCRwwSJblheyGwC6y7xXRCQPDoRSqJqiCXPfAft49keTwaCKfLZUvcuUiRgCK-8j0aKlhae-BP3pqu77na3hgXauhNkoz5I6OvrY78ib_NzxEYxzGl8SQ/s974/g%C3%B6lge04.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="801" data-original-width="974" height="526" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwJAkZV1sOhAf03JPWAOjNWrs_XDvwboI590MDINL3Lxh0UF3oinVbLDBZBDqmM1uWmASBFnCRwwSJblheyGwC6y7xXRCQPDoRSqJqiCXPfAft49keTwaCKfLZUvcuUiRgCK-8j0aKlhae-BP3pqu77na3hgXauhNkoz5I6OvrY78ib_NzxEYxzGl8SQ/w640-h526/g%C3%B6lge04.jpg" width="640" /></a></div><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;">Tanizaki, batı kültüründe özellikle mimarinin en büyük müttefikinin ışık olduğunu ileri sürer. Japon kültürü ise tevazuyu, dinginliği, sessizliği öne çıkarmak için gölgelere sığınır. Kültürünü sadelik ve doğallık üzerine kuran Japonlar için fazla ışık ortamın doğallığını, huzurunu bozar ve mekanın çevresi ile bütünselliğini zedeler. Tanizaki, o pırıl pırıl, bembeyaz fayansları sevmez; ışık her yüzeyden parlayarak üstünüze saldırmamalı, tam aksine mekana yavaşça, süzülerek girip belli bir olgunluğa eriştikten sonra sizinle buluşmalı. O yüzden geniş saçaklar, uzun koridorlar, opak duvar ve kapılar, mat boya ve dekorasyon makbüldür. Yapay ve parlak ışıklandırma Japon dinginliğinin, wabi-sabi prensibinin baş düşmanlarındandır. Işık bir eve girdiğinde saz, ahşap, kağıt gibi yapı elemanlarına çarpa çarpa yorulmalı, evcilleştirilmeli ve iç mekanlara ulaştığında objeleri ancak belli belirsiz aydınlatabilecek dermanı kalmalıdır. Dekorasyon amaçlı kullanılan objeler ve mimari ögelerin de tek amacı, gerekli gölgeleri yaratmak, odaya derinlik ve anlam verecek derecedeki loşluğu oluşturmaktır. Tanizaki’ye göre “Doğu’nun Gizemi” denilen şey, böyle bir karanlığın barındırdığı “tekinsiz sükunet”tir. </span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYxxINDXcCIepukowfTpXDSgyo64E1PLdQGQM7xJVpchahd320QQBtBuTT-AJjJhRtLNIWRJudhyl5IbpfY3Wr-yu0A_jaNEGGPmFXhhFA0daEG9oeUoHX3f6Ad0nsa3ng7fWzMN-R_l2yfMLR7kpU2eBDZ6Rx-DhUA9rYjlKqtU_D3j846cCQOOafVw/s951/g%C3%B6lge01.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="951" data-original-width="781" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYxxINDXcCIepukowfTpXDSgyo64E1PLdQGQM7xJVpchahd320QQBtBuTT-AJjJhRtLNIWRJudhyl5IbpfY3Wr-yu0A_jaNEGGPmFXhhFA0daEG9oeUoHX3f6Ad0nsa3ng7fWzMN-R_l2yfMLR7kpU2eBDZ6Rx-DhUA9rYjlKqtU_D3j846cCQOOafVw/w329-h400/g%C3%B6lge01.jpg" width="329" /></a></div><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;">Tanizaki der ki, objelerin ışığı yansıtma veya soğurmalarına göre özellikleri de ne derece değerli ve arzulanır olduklarını belirler. Örneğin, batı kağıdını çok beyaz ve parlak bulan Tanizaki, Japon usulü kağıdın opaklığını, ışığın gerektiği kadarını soğurarak kendine has doku ve görünümünü kazanmasını över. Aynı şekilde, kağıt kapılar, duvarlar da mimaride ışığın terbiye edilmesini, gereli aydınlık/gölge dengesinin yakalanmasını sağlarlar. Tanizaki bir başka örneği gümüş takımlarla verir; batı kültürü her daim gümüşlerin pırıl pırıl parlamasını sağlayacak şekilde temizler ve parlatırken, Japon için gümüşün kararması, o çiğ ışıltıdan kurtulması makbuldür. Mücevher ve değerli taşlarda da benzer durum vardır; Çin ve Japon kültürü yeşim taşı gibi opak, ışığı belli derecede emen/soğuran taşları kıymetli görür. Ona göre bir yeşim taşı, binlerce yıldır ışığı damıtarak içinde onun özünü korumuştur. Öyle ki, Tanizaki’ye göre Japon mutfağı bile aydınlık, ışıl ışıl bir salonda tüm özelliğini, hatta lezzetini kaybeder; görselliğin ön planda olduğu bir mutfak olarak gerekli loşluğun, gölge oyunlarının sağlandığı bir salonda servis edilmesi şarttır.</span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjyV_EM4zTlp2akr05fT8zuUVqPZjG0ER6Lwn4V-F5nw34oB1ik6CA47F7mdRBIt5kEr-dgNCnmGTS199464wc5As2oso6cb5XLSnUpP1GmWUKHZfGrjCrUzavAiAiL8-ILTvjS7FKSAv7bDfHDzAkDx49eQURKlccnsKEVzQzFWGuXDb9Bcr2yaU7szQ/s900/g%C3%B6lge15.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="719" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjyV_EM4zTlp2akr05fT8zuUVqPZjG0ER6Lwn4V-F5nw34oB1ik6CA47F7mdRBIt5kEr-dgNCnmGTS199464wc5As2oso6cb5XLSnUpP1GmWUKHZfGrjCrUzavAiAiL8-ILTvjS7FKSAv7bDfHDzAkDx49eQURKlccnsKEVzQzFWGuXDb9Bcr2yaU7szQ/w320-h400/g%C3%B6lge15.jpg" width="320" /></a></div><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;">Tanizaki’yi okuduktan sonra Japonya albümüme bir kez daha baktım; Japonya’da bulunduğum yıllarda elimde basit bir fotoğraf makinesi ile amatör zevkimi köreltecek kadar resim çekerek geziyordum. Haliyle, gittiğim bir çok yerde, özellikle kapalı mekanlarda derin, koyu gölgelikler, dışardan gelen ışıkla keskin kontrast oluşturan loş hacimler beni kızdırıyordu. Şurada iki fotoğraf çekeceğiz, flaşımız da yok, ne olur sanki ortamı biraz aydınlatsanız… derken, zamanla Japon kültürünün size kendisini kısık sesle, yavaş yavaş tanıttığı dolaylı anlatımı ile gölgelerin, loşluğun yarattığı sükuneti, doğal ışık ile kontrastı, karanlığın sağladığı huzuru benimsiyor ve ışıkları kapatıyorsunuz. Japon kültürünün ışık ve gölgelerle kurduğu girift ilişkiden bir demet fotoğrafımla baş başa bırakayım sizi…</span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7nhR5RunYqsZyA4KZoVwS0SqofpYseQycsZJTzDy2jk6d6gYGIkN7sXVXD88y20ZiIiHJn_aLjJe2RdyJMwOmN6nyHKIDrbsJCGNE5-F_q5fH4NFWymwsUyk0C_SpmlUNh6gf8AE3KPQgnjg51VLmPw6LsqZwTgl6eT2GAPPWZuHvZ6_ETLRNxFqLZQ/s1144/g%C3%B6lge03.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="853" data-original-width="1144" height="478" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7nhR5RunYqsZyA4KZoVwS0SqofpYseQycsZJTzDy2jk6d6gYGIkN7sXVXD88y20ZiIiHJn_aLjJe2RdyJMwOmN6nyHKIDrbsJCGNE5-F_q5fH4NFWymwsUyk0C_SpmlUNh6gf8AE3KPQgnjg51VLmPw6LsqZwTgl6eT2GAPPWZuHvZ6_ETLRNxFqLZQ/w640-h478/g%C3%B6lge03.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0EZFyTs7CqnD8s_DWrhNRgZSBimWWVro16nMM48mm4Y1TZhOt9xPj7kSb40OTCzyzYpz5DwDUf9M4RsTfms8ld19U4tApCvQWBPF88nWf9S_zV313e7LX56EaJ7lOsjP0gpoE929gnYoqiltSME6zBaY5rBXqguyURllsspImmuz_Svmw8tCHvn9iSw/s974/g%C3%B6lge05.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="727" data-original-width="974" height="478" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0EZFyTs7CqnD8s_DWrhNRgZSBimWWVro16nMM48mm4Y1TZhOt9xPj7kSb40OTCzyzYpz5DwDUf9M4RsTfms8ld19U4tApCvQWBPF88nWf9S_zV313e7LX56EaJ7lOsjP0gpoE929gnYoqiltSME6zBaY5rBXqguyURllsspImmuz_Svmw8tCHvn9iSw/w640-h478/g%C3%B6lge05.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbETmA-g61gpTbKZmhwGsT8sMZTQ_-AnWC5ubzQMePu9B1g60pCiO372J5ebnKbdX6gpgOvWcTcvMU75N_O4hveJj3ZhutyA53FA4EtX2Xpxav3MWfkmbaB4ZaZ9w1DiidOFORBhc9LhTHgSWFgSL2kXpO-OYpv1on4-1tWltpjNK9i7-CPOmrUxJa9A/s836/g%C3%B6lge11.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="649" data-original-width="836" height="496" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbETmA-g61gpTbKZmhwGsT8sMZTQ_-AnWC5ubzQMePu9B1g60pCiO372J5ebnKbdX6gpgOvWcTcvMU75N_O4hveJj3ZhutyA53FA4EtX2Xpxav3MWfkmbaB4ZaZ9w1DiidOFORBhc9LhTHgSWFgSL2kXpO-OYpv1on4-1tWltpjNK9i7-CPOmrUxJa9A/w640-h496/g%C3%B6lge11.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHqB7OM0ePyFLBUD7V1z_7L_o061RE4vAHsuJsltzJk_eqeMr0Ow0GsTHqHmDUpM6l3w82Fo24ygbo71_6I8mg7DyjEvGjccZfmNGwmP0cRFZNQoAn1u9pVObAUbxnYvHhsbcJtRNmx6w9Tk_daX0jZf4Pt96pQHnpNEEifUeORSdYIcxLVNH_TNKqIw/s900/g%C3%B6lge13.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="676" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHqB7OM0ePyFLBUD7V1z_7L_o061RE4vAHsuJsltzJk_eqeMr0Ow0GsTHqHmDUpM6l3w82Fo24ygbo71_6I8mg7DyjEvGjccZfmNGwmP0cRFZNQoAn1u9pVObAUbxnYvHhsbcJtRNmx6w9Tk_daX0jZf4Pt96pQHnpNEEifUeORSdYIcxLVNH_TNKqIw/w300-h400/g%C3%B6lge13.jpg" width="300" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhA5Tn35rvtR_sNhAE_dxogn7Tr85Ls13p0h8FfzrThiA71-uZ0_eWfboY1D2wCPHfYRX2UPWnZbBTIcs9dah4Vd0Ya5HIzJpLKEXWFTDCXHIZXjr0y_rQmIWb6AVmUrTXiHDdyvSiU6QRPGrD72-PuVzRlHWIdEW1MvVn3wbzeTXJ6fHhdbW_qHE2UZQ/s1024/g%C3%B6lge25.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="1024" height="450" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhA5Tn35rvtR_sNhAE_dxogn7Tr85Ls13p0h8FfzrThiA71-uZ0_eWfboY1D2wCPHfYRX2UPWnZbBTIcs9dah4Vd0Ya5HIzJpLKEXWFTDCXHIZXjr0y_rQmIWb6AVmUrTXiHDdyvSiU6QRPGrD72-PuVzRlHWIdEW1MvVn3wbzeTXJ6fHhdbW_qHE2UZQ/w640-h450/g%C3%B6lge25.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjunDpQrTmVCOw7vo-A-lHv7C4drNkuwDe-Dy93aGBnaNvIByqQdKA0hTu55FxrBa5n8yULas4o9Ghbv0zNIaP67bVzs1eL0nBRy2c2FHpqsbj00JqIuK_RKd5bUdE9T29_ShceFrLL4WeojpgKbN1gD3Zy7TW4mvPgOd409FS3ZIsYQktsJV6xx04KyQ/s900/g%C3%B6lge26.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="706" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjunDpQrTmVCOw7vo-A-lHv7C4drNkuwDe-Dy93aGBnaNvIByqQdKA0hTu55FxrBa5n8yULas4o9Ghbv0zNIaP67bVzs1eL0nBRy2c2FHpqsbj00JqIuK_RKd5bUdE9T29_ShceFrLL4WeojpgKbN1gD3Zy7TW4mvPgOd409FS3ZIsYQktsJV6xx04KyQ/w314-h400/g%C3%B6lge26.jpg" width="314" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi_SnXu6Psbf3ZuY1KmleTHYHtmM8UqgGgAMjF-YFzAYSQGKIUt5MVg4lHHNriSt-uShTRnXUzxqs4pAk5o7nL3HQQNcm05MHES7Wq7k7a4Xr-QMXQuD8ArdJfAonPp5W0jxipqJtX3NKM9akJ-9RT159dwuq6p2uZOu-h3utshx51MQOGyuQaiaDGcIA/s1024/g%C3%B6lge32.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="765" data-original-width="1024" height="478" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi_SnXu6Psbf3ZuY1KmleTHYHtmM8UqgGgAMjF-YFzAYSQGKIUt5MVg4lHHNriSt-uShTRnXUzxqs4pAk5o7nL3HQQNcm05MHES7Wq7k7a4Xr-QMXQuD8ArdJfAonPp5W0jxipqJtX3NKM9akJ-9RT159dwuq6p2uZOu-h3utshx51MQOGyuQaiaDGcIA/w640-h478/g%C3%B6lge32.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRc9jNhBT68qhsUx6pDK0TAjP1L6GXuHINHvF43bnEOypyXVJOdMBcASRxTb05_z59py5R_5-O9g4b9TMYClYu63U3YTGYDexF7Ulo5Ky3mTH8TiuDL8wkMrJ8rDeK3MZALYzmxFXi5dBhe1xpnQGLv18C1oGvBrLMPI-3SL_dwahdJm9ETujZFbZHbQ/s900/g%C3%B6lge36.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="733" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRc9jNhBT68qhsUx6pDK0TAjP1L6GXuHINHvF43bnEOypyXVJOdMBcASRxTb05_z59py5R_5-O9g4b9TMYClYu63U3YTGYDexF7Ulo5Ky3mTH8TiuDL8wkMrJ8rDeK3MZALYzmxFXi5dBhe1xpnQGLv18C1oGvBrLMPI-3SL_dwahdJm9ETujZFbZHbQ/w326-h400/g%C3%B6lge36.jpg" width="326" /></a></div><br /><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;"><br /></span><p></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-75104866264782767632023-06-02T11:52:00.003+03:002023-06-02T11:52:48.458+03:00Paris'in Azizeleri<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">Geçenlerde Netflix’te Emily in Paris namlı diziyi temaşa eyliyorduk; çoğunuz denk gelmişsinizdir, gençliğimizin rock müzik ikonlarından, pek sevip saydığımız Phil Collins’in kalın kaşlı, giyinip kuşanmayı çok seven bir kerimesi var, Lily Collins. Bu arkadaşımızın başrolünde oynadığı dizide, bir süreliğine Amerika’dan Paris’e çalışmaya gelmiş hoppidik bir genç kızımızın başından geçen komik olaylar, gönül ilişkileri falan konu ediliyor. Dizinin arka planında ise nefis şehir </span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;"><a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a></span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">manzaraları, Paris’in krem dö la krem kesiminin lüks ve chic hayatları var. Sabun köpüğü bir rom-com dizi olsa da, iki halkın genel olarak hayata ve iş yaşamına, alışkanlık ve prensiplerine dair gayet güzel saptama ve eleştiriler de var. Americanne vs. Parisienne style! </span></span></p><p><span style="font-family: verdana;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgo1fPHBbLTiNr_Ib51EJFecMH6jgG6aKhtPeJpxjGYFjW-jsjYRBpbgRTEgn_Cga2xCd_mQjJRPOzLfFHlqCESVdMdBuNpaPXLN9M4T2jXTIeOi9uAZNP6DVbaOhA8Xs5W7fuv8wh2q0-aNO9wwtdqyMna5NdbYXJolLyuhLm-Evry3kMJ7VDiYXyq_g/s1280/azizeler.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="705" data-original-width="1280" height="352" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgo1fPHBbLTiNr_Ib51EJFecMH6jgG6aKhtPeJpxjGYFjW-jsjYRBpbgRTEgn_Cga2xCd_mQjJRPOzLfFHlqCESVdMdBuNpaPXLN9M4T2jXTIeOi9uAZNP6DVbaOhA8Xs5W7fuv8wh2q0-aNO9wwtdqyMna5NdbYXJolLyuhLm-Evry3kMJ7VDiYXyq_g/w640-h352/azizeler.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Paris'in Azizeleri</td></tr></tbody></table></span><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; white-space: pre-wrap;">Dizinin geçenlerde seyrettiğim bir bölümünde, Paris’in ortasına hançer gibi sapladıkları Dönme Dolap konu ediliyordu. Madem Londralılar şehrin göbeğine “London Eye” yaptı, bizim neyimiz eksik diyerek kolayca sökülüp takılabilen, böylece oradan buraya taşınabilen bir dönme dolabı Parisliler Concorde meydanına kondurdu. Dönme Dolap şu sıralarda Louvre Sarayı’nın yanında hizmet görüyor. Efendim, dizideki ablaların iddiasına göre, dönme dolaba binip havada tur atarken (afedersiniz) sekz yapmak çok moda imiş; fantezi sahibi çiftler sırf bu amaçla dönme dolaba biniyormuş! Yahu, her tarafı cam, diğer yolcuların içeriyi rahatça görebileceği şeffaf, ufacık, rahatsız bir kabinde ne keyif alıyorsun? Etrafı seyret, aşağıdaki Louvre Sarayı’nın muhteşem mimarisine, Seine nehrine bir bak, sekzini de git otelinde yap be adam! </span></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Şimdi, izleyicilerin de kolayca fark edebileceği üzere Emily in Paris dizisi aslında tam bir Paris reklamı; şehri olanca güzelliği ile tanıtıp turist (özellikle paralı, lükssever turist) çekmek için finanse edilen bir dizi. Turizm epeydir Paris’in en önemli sektörü ve tüm şehir turizmden gelecek paraya bel bağlamış durumda. Nitekim Paris bu anlamda matbaa gibi ve maaşallah para basıyor. Tabii hem araya pandemi gibi seyahatlerin durma noktasına geldiği bir dönem girdi, hem de turizm/gezi piyasasında rekabet yoğunlaştı. O yüzden Paris yeni ataklarla turizm alanındaki liderliğini sürdürmek niyetinde; 2024 olimpiyatları da bunun bir göstergesi. </span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Bilirsiniz, tarih boyunca toplumları, şehirleri koruyan azizler (ve azizeler) başlarında bir hale ile simgelenirler. Kutsal kişilerin hale’lenmesi, hinduizmden antik yunana, budizmden Hristiyanlığa bir çok din ve kültürde görülen bir arketip. Hele ki Hristiyanlıkta İsa’ya atfedilen Logos ve “let there be light” ayeti ile pek bir uyum sağladı. Hale, bazen tek bir halka ile gösterilirken, daha etkileyici olması istendiğinde, söz konusu kişinin başında odaklanan ışık huzmeleri ile sembolize edildi. Hristiyanlık, sıradan insanların da gösterdikleri yararlılıklar, mucizeler aracılığı ile azizlik mertebesine ulaşmalarına imkan tanıyan bir din; o yüzden bir faninin artık “aziz” olduğunu başında hale ile betimlenmesinden anlayabiliyoruz. </span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp_HmoreAH-jKdRD_P_4olNFYEy-K6zpTXxbmzF_qnj9Fg9ei74PDEPI3t_eV456hsQRdzvCOPqA_3Q0iLagB2NlYwwcMSMz2gBm4M6rcJRSqPUTikxKioSYGt5TlAtGeZ50awPKfz162liAGABasX_oyFOc8LmP6gPKeYasbYC0a9fSr6Va-DDnyIUw/s1024/jd03.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="733" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp_HmoreAH-jKdRD_P_4olNFYEy-K6zpTXxbmzF_qnj9Fg9ei74PDEPI3t_eV456hsQRdzvCOPqA_3Q0iLagB2NlYwwcMSMz2gBm4M6rcJRSqPUTikxKioSYGt5TlAtGeZ50awPKfz162liAGABasX_oyFOc8LmP6gPKeYasbYC0a9fSr6Va-DDnyIUw/w286-h400/jd03.jpg" width="286" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Tekrar Paris’e dönecek olursak; şehrin kaderini değiştiren, yok olmaktan kurtaran iki büyük azizeden söz etmek gerekir. Birincisini mutlaka duymuşsunuzdur; Jeanne D’Arc; Fransa ile İngiltere’nin bitmek bilmez yüzyıl savaşları esnasında, Fransızlara cesaret ve motivasyon aşılayan, halkı gaza getirip direnişi canlandıran, Orleans kuşatması kahramanı yüce katolik azizesi. Aslında yaşarken kıymeti pek bilinmemiş, İngiliz destekçisi gruplar tarafından Fransa’nın kuzeyinde bir engizisyon mahkemesinde yargılanmış. Hem erkek kıyafetleri giyip elinin hamuruyla savaşlara katıldığı için (asıl sebep) hem de gaipten (Tanrı’dan) sesler duyup ona göre hareket ettiği, yani cadı olduğu iddiasıyla (her zamanki sebep) mahkum edilmiş ve daha 19 yaşındayken diri diri yakılmış. Fransa, Jeanne D’Arc’ın hakkını çok sonraları teslim etmiş ve şimdilerde Paris’in en kutsal azizesi ve Paris’te St. Agustine Kilisesi önünde etkileyici bir heykeli var. Heykelin başında hale yok tabii, ama heykele “belli bir açıdan” yaklaşırsanız, azizemizin kilisenin vitraylarından ödünç aldığı haleyi göreceksiniz. </span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhrbepjNUrHEz2kugs0-kZFTa5i1fSXWF9XE3Q9Grx7KFi2RNN9xbI_5v9d9Kh65_-hm9AnGF35Mn5iyfy55S0qXS0bJQOcpAEz_6jV3jNnxgLpBUDLSxQyGnJL6Dw-6VEd9zqmKi0pV5SDyxzxv2oYCH4w4K2_GwSK6cTGmUkVtj89DpDQTfJSZ3_yQ/s1024/jd04.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="730" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhrbepjNUrHEz2kugs0-kZFTa5i1fSXWF9XE3Q9Grx7KFi2RNN9xbI_5v9d9Kh65_-hm9AnGF35Mn5iyfy55S0qXS0bJQOcpAEz_6jV3jNnxgLpBUDLSxQyGnJL6Dw-6VEd9zqmKi0pV5SDyxzxv2oYCH4w4K2_GwSK6cTGmUkVtj89DpDQTfJSZ3_yQ/w285-h400/jd04.jpg" width="285" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Gelelim Paris’i yok olmaktan kurtaran, ona sahip olduğu zenginliği, refahı veren ikinci azizeye. Bu azize Katolik değil; aslında daha soyut, sembolik, kavramsal bir azize. Kendileri Yunan mitolojisine ait anonim bir peri. Zamanında büyük ihtimalle güzel sanatlarla, şiirle, edebiyatla, müzikle ilişkilendirilmiş bir peri, ama günümüzdeyse (benim uydurmamla) bir turizm perisi. Çünkü Paris’in bugünlerde bir periden beklentisi olsa olsa turizm gelirleri. O yüzden, yazının başında bahsettiğim dönme dolabı Louvre’ın yanına taşımışlar. Tuileries bahçesindeki bu peri, ya da azize heykeline yine “belli bir açıdan” yaklaştığınızda başının çevresindeki haleyi görebilirsiniz. Bu seferki halemiz ise, kitle turizminin en önemli sembollerinden dönme dolabın boru aksamı. Parislileri, şehirlerini yok olmaktan kurtaran bu iki büyük azizenin hatıraları karşısında saygı göstermeye davet ediyor, turizm perisinin halesinde zekz yapmamalarını rica ediyorum.</span></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-65710963865908529872023-06-02T11:44:00.001+03:002023-06-02T11:44:51.247+03:00 Anadolu Rock ve Ankara Fen Lisesi<p><span style="font-family: verdana;">Anadolu rock konulu paylaşımımızın gördüğü büyük ilginin, yurt içinde ve dışında yarattığı coşkunun ardından ufak bir zeyilname ile konuyu devam ettireyim istedim. 1985 yılında Ankara Fen Lisesi’ne başladığımda okulun en heyecan verici gündem maddelerinden biri Milliyet Liselerarası Müzik Yarışmasına hazırlık idi; okulumuzun iddialı orkestraları vardı ve yarışmalarda her daim favori liselerden biriydik. O yıllar, Yeni Türkü’nün de şöhretinin zirvesinde olduğu, tüm şarkılarının ezbere bilindiği yıllardı ve büyük sınıflar bize “biliyor musunuz, Yeni Türkü’nün kurucusu Selim Atakan da Fen Liseli ve Milliyet Müzik yarışmasında Türkiye birincisi olan orkestranın üyesiydi” diye efsaneyi kuşaktan kuşağa aktarırlardı.</span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUJ6EapnTrvEZw4Yab9aysn_-FJq-vrVFtB65Oqj8dsTZtmkep1HuGxhKs8NNwUp3PPoBs7vdgpFmha7vh8PS_nBa1xfputYq9Q4yhDYOkoT_jW9AV4lX-UJR5A7dcR9ONzixhjXIU5gVQe6XVvy-XUN-IFFrS5A0fDnGUpvVkX1ulHcUuWoHUM6f-ug/s1600/18ilk45.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1181" data-original-width="1600" height="472" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUJ6EapnTrvEZw4Yab9aysn_-FJq-vrVFtB65Oqj8dsTZtmkep1HuGxhKs8NNwUp3PPoBs7vdgpFmha7vh8PS_nBa1xfputYq9Q4yhDYOkoT_jW9AV4lX-UJR5A7dcR9ONzixhjXIU5gVQe6XVvy-XUN-IFFrS5A0fDnGUpvVkX1ulHcUuWoHUM6f-ug/w640-h472/18ilk45.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Okul orkestralarımızı dinlediğimiz amfitiyatronun önünde bu kez "AFL'li yazarlar" olarak bir araya geldik :)) </span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Tabii o zaman Hz. Google yok, youtube yok, kim söylemiş, ne söylemiş, nasıl bir performans sergilemişler bilemiyoruz. Ama artık var ve youtube’da bazı hesaplarda AFL’nin 1968 şarkı yarışması performansının kaydı bulunabiliyor. Özellikle bağlantısını paylaştığım hesabın sahibi, arşivden derlediği gazete kupürleri ve eski fotoğraflarla çok güzel bir video dosyası oluşturmuş, ellerine sağlık. Tabii 60’ların sonları Türkiye’de Anadolu rock rüzgarının giderek güçlendiği yıllar; lise orkestramız da en güzel Balkan türküleri arasında yer alan Drama Köprüsü’nü Anadolu rock tarzında, psychedelic tınılarla yorumlayarak müthiş bir iş başarmış.</span></p><p><span style="font-family: verdana;">Drama Köprüsü’nü yıllar boyunca Ruhi Su ve Suavi’den, Pinhani ve Haramiler’e kadar pek çok sanatçı yorumlamış; tabii genelde geleneksel sazlar eşliğinde. Şarkının Anadolu rock uyarlaması ise apayrı bir lezzette ve çok başarılı! Ankara Fen Lisesi gibi 80-90 tane “inek” öğrencinin toplaştığı, kurulalı 3-4 yıl olmuş bir lise, o yıl İstanbul Erkek ve Galatasaray Liseleri’nin önünde birinci geliyor ki, bu okulların müzik geçmişleri düşünüldüğünde müthiş bir başarı. Şarkıyı dinlerken ve eleştirirken, icrayı 16-17 yaşında amatör gençlerin gerçekleştirdiğini ve zor şartlar altında, kısıtlı olanaklarla çalışarak hazırlandıklarını da unutmayın.</span></p><p><span style="font-family: verdana;">Ben yıllar sonra Mezunlar Günlerinde grup üyelerinden bazılarıyla tanışma şansına eriştim (bu arada not düşeyim, videonun başında grup üyeleri arasında ismi geçen Timur Selçuk bilgisine yanlışlıkla yer verilmiş). Grup üyeleri ilerleyen yıllarda çok başarılı doktorlar, mimarlar ve hatta müzisyenler olmuş. Mezunlar gününde aynı sıraları, yurtları farklı yıllarda da olsa paylaştığımızı düşününce insan çelişkili duygular yaşıyor; bir taraftan büyük bir gurur duyuyorsunuz (sanki başarılarında bir payınız varmış gibi), bir taraftan da kendinizi lüzumsuz hissediyorsunuz; onlar da sizle aynı oksijeni yakmış ama neler başarmışlar!</span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp3hjAAc7jDJwmNH5wqTl0guUxd4545RpEJUMPrKfvIZzsDnT20GsX-MgqEvcV2YPazv4woyhC2YKt01zejlEu8KugZ714kCgjD5Ux7MZwbMRRX_adiIqujCVbYrs4RsGdO14T-DMnjWnn12yhJ8UzGhFTqdb5KeqEsdHCtHOdGhc8oABI_hlV6YMwXA/s1800/IMG_2770.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1096" data-original-width="1800" height="390" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp3hjAAc7jDJwmNH5wqTl0guUxd4545RpEJUMPrKfvIZzsDnT20GsX-MgqEvcV2YPazv4woyhC2YKt01zejlEu8KugZ714kCgjD5Ux7MZwbMRRX_adiIqujCVbYrs4RsGdO14T-DMnjWnn12yhJ8UzGhFTqdb5KeqEsdHCtHOdGhc8oABI_hlV6YMwXA/w640-h390/IMG_2770.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Fotoğrafta grubun yıldızı da yer alıyor, ama şimdi renk vermeyeyim :)))<br /><br /></i></span></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Aşağıda paylaştığım videonun en güzel tarafı, yarışma ve sonrası ile ilgili haberlerden, resimlerden çok güzel bir kolaj yapılması. Anlaşılan bu beklenmedik başarı gazetelerde (tabii Milliyette sanırım) bayağı ses getirmiş ve gayet esprili, bir taraftan da “Fen Lisesi” klişeleri ile süslü haberler yapılmış. Orkestra üyeleri, ödüllerini Durul Gence’den aldıktan sonra hemen okullarına dönmüşler, gözlükleri ve laboratuar önlükleri ile deney tüplerinin, cam pipetlerin, mikroskopların arasına gömülmüşler. Ne kadar naif, insanı gülümseten haberler… </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Hele ki sosyal medyanın olmadığı, insanların DM’den yürümediği günlerde tebriklerini iletmek isteyenlerin mektuplarını taşıyan postacının hikayesi ve özellikle solist Zennur Anbarcıoğlu’na hayranlığını bildirmek isteyenlerin mektupları yüzünden yükü katlanarak artan vefakar postacımız... Ardından, Ankara’nın “gece kulüpleri”nden orkestra üyelerine gelen baş döndürücü teklifler, ancak grup üyelerinin “mikroskoplarının başına dönmek için” bu teklifleri reddetmesi. Sırf bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama, milletçe geri dönüşü olmayan, çok güzel günlerden geçmişiz be yav… </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Bu arada, şarkıya konu olan Drama Köprüsü’nün nerede olduğu uzun süre anlaşılamamış. Osmanlı’nın Rumeli’deki önemli merkezlerinden olan Drama’da öyle şaşaalı, Mimar Sinan mamulü bir köprü yokmuş. Epey zaman sonra, Drama’ya yakın, taş çatlasa yarım metre genişliğinde bir su kemeri fark edilmiş; eh, zaten şarkı da “Drama Köprüsü dardır geçilmez” diye başladığına göre… Böyle heybetli, kemerli falan bir köprü arayanlar Drama değil, Drina Köprüsü’ne baksınlar, şimdi konuyu dağıtmayalım, onu bir başka yazıya saklayalım ve şarkımızı dinleyelim: </span></p><p><span style="font-family: verdana;"><a href="https://www.youtube.com/watch?v=KBzzADWQle8">https://www.youtube.com/watch?v=KBzzADWQle8</a></span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-12773576190261493352023-06-02T11:33:00.002+03:002023-06-02T11:33:39.170+03:00Anadolu Rock<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">Geçenlerde CSO’da değişik bir konser ile coştuk; Anadolu Rock ile senfonik tınıların buluştuğu “Senfonik Anadolu Rock – Bukalemun” konseri CSO’nun büyük salonunu doldurdu. Anadolu rock başlı başına muhteşem bir sentez; yöresel ezgilerimizin, türkülerimizin rock müziğin evrensel sound’u ile başarıyla kaynaştığı bir akım. Özellikle 60’ların sonları ve 70’lerde Barış Manço (ve Kurtalan Ekspresi), Üç Hürel, Cem Karaca, Moğollar, Erkin Koray ve niceleri bazen özgün eserleri, bazen </span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;"><a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a></span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">de türkülerimizin modern yorumları ile kulağımızın pasını sildi. Eski ile yeniyi, geleneksel ile moderni birleştirmek kolay iş değildir, çoğu zaman sakil ve uyumsuz kalma durumu yaşanır ama “Anadolu” ile “rock” müthiş bir ten uyumu ile harikalar yarattı. </span></span></p><p><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh0gZiYwU8MEAE7UT_0kVU8NxetuSJmHKSisSfyWEltSA3Zd8l1qZmaTb7o-GtMxoKxnVpsYkpUY3fEgAbYQPcd6HAA9pyYcjSHhmgJwTfYvTGC5Ja2HpHXzZUuoVM7lGJIAuhF9-1L4HxqVTbvrGMg03-fRlidyIIbpwvjFovN3O4jxTc3911Gqt9dBA" style="background-color: white; font-family: verdana; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center; white-space: pre-wrap;"><img data-original-height="800" data-original-width="1424" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh0gZiYwU8MEAE7UT_0kVU8NxetuSJmHKSisSfyWEltSA3Zd8l1qZmaTb7o-GtMxoKxnVpsYkpUY3fEgAbYQPcd6HAA9pyYcjSHhmgJwTfYvTGC5Ja2HpHXzZUuoVM7lGJIAuhF9-1L4HxqVTbvrGMg03-fRlidyIIbpwvjFovN3O4jxTc3911Gqt9dBA=w640-h360" width="640" /></a></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Sizin için türün iyi örnekleri arasından birini seçmek konusunda zorlandım, ama Erkin Koray’ın aşağıdaki performansı beni hep ağzım kulaklarımda bırakmıştır. 1974 yılında TRT stüdyolarında yapılan kayıt bir miktar playback içerse de döneminin çok ötesinde bir sound ve yorum ile kulakların pasını siler. Cemalim aslında Ürgüp yöresine ait bir halk türküsü; belki de yüz yıl önce yaşanmış bir drama yakılan ağıt. Ürgüp’te yaşayan, sevilip sayılan Cemal-Şerife çiftimizin mutluluğunu kıskanan hainlerin pususu sonucu şaibeli bir biçimde öldürüldüğü düşünülen Cemal için Şerife’nin yazdığı dizelerin bestelenmesi ile ortaya çıkmış. İşte güzel olan, bu derece yerel, samimi, her duyanın yüreğine dokunan bir türkünün rock tınıları ile nefis bir uyum yakalayabilmesi ve bu iki tarzı bir araya getirebilen müzisyenlerimizin varlığı…</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto" style="color: #050505; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: verdana;">Erkin Koray’ın Cemalim yorumu “progressive rock nedir, bir örnek verebilir misiniz” sorusuna “işte budur, buyurun dinleyin” şeklinde verilebilecek cevaptır. Anadolu rock’a özgün bir hava veren psychodelic (Türkçesi var mıdır bunun) sound ile de birleşince tadından yenmez. Kaydın youtube sayfasında yapılan yorumlarda Avrupa’dan, Güney Amerika’dan (hatta özellikle Güney Amerika’dan) birçok dinleyicinin övgü dolu yorumları da keyfimize keyif katıyor; çoğunun ortak noktası, bu şarkıların nasıl olup da uluslararası bir şöhrete ulaşamadığı üzerine hayıflanma… Neyse ki biz halen bu şarkılara bir şekilde ulaşıp dinleyebiliyoruz. Bir de aklıma gelmişken, son yıllarda Altın Gün isimli grubun Anadolu Rock klasiklerini retro, hep sevegeldiğimiz sound ile tekrar yorumlamaya ve dünyanın değişik köşelerinde konserler vermeye başlaması.</span></div><div dir="auto" style="color: #050505; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div dir="auto"><span style="color: #050505; font-family: verdana;"><span style="white-space: pre-wrap;"><a href="https://www.youtube.com/watch?v=vOr21JO3vW0">https://www.youtube.com/watch?v=vOr21JO3vW0</a></span></span></div><div dir="auto"><span style="color: #050505; font-family: verdana;"><span style="white-space: pre-wrap;"><br /></span></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Erkin Koray ve saz arkadaşlarının TRT kaydının ismi bile anlamlı; “Cemalım 1974 High Quality” başlığı ile bize ne kadar kaliteli bir müzikle karşılaşacağımız müjdesini veriyor. Erkin babanın elinde, kulağımızı mest eden tınının müsebbibi gitar 1960’larda üretilmiş el yapımı bir Gibson imiş ve Erkin Koray’ın bu gitarı Türkiye’de görev yapan bir Amerikalı subaydan aldığı yönünde bilgiler mevcut. Ben bir de ekibin sahne kostümlerine hastayım; bir zamanlar televizyonda veya internette denk geldiğim, ama sonra arayınca bulamadığım bir röportajdan hatırladığım kadarı ile orijinal, çarpıcı bir kostüm ile sahne almak istiyorlar. Ancak hem maddi imkanlar kısıtlı, hem de öyle avangard kostüm bulabilecekleri yer yok. Bunun üzerine, Beyoğlu’nda dükkanı olan meşhur bir Ermeni mefruşatçıya gidiyorlar ve saten perdelik kumaş alarak videoda izlediğiniz mükemmel kostümü diktiriyorlar. Elinize ve perdenize sağlık (hem gitar perdesi, hem de giydikleri perde) saygıdeğer üstadlarım…</span></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-83458109483319792882023-04-17T16:51:00.000+03:002023-04-17T16:51:32.210+03:00Kaçarken Duvara Toslayanlar<p><span style="font-family: verdana;">Bundan altı yıl önceymiş, 2017 ilkbaharında Berlin’e G20 toplantılarına katılmak için gitmiştim. G20 zirvesi öncesinde birkaç çalışma grubu teknik toplantılar gerçekleştirip liderler zirvesinin menüsünü hazırlıyordu. Ben de, 2015 Antalya G20 zirvesinde kurulan Ticaret ve Yatırım Çalışma Grubunda müzakerelere katılıyordum. G20 dönem başkanlığını her yıl bir ülke üstleniyor; 2017’de Almanya başkan olduğundan toplantılar Berlin’de düzenlendi. Alman ev sahiplerimiz sağolsunlar, bizi Alman Ekonomi ve Enerji Bakanlığı’nın tarihi binasında, çok güzel bir salonda ağırladılar. Bugünlerde Bakanlığın ismi modaya uyarak “Ekonomi ve İklim Eylemleri Bakanlığı” olmuş, böyle eylemli meylemli bakanlık ismi biraz anarşik dursa da yakışır diyelim; herhalde Rusya gazın musluğunu kısınca “enerji bakanlığı” kısmı boşa düşmüş, “bari iklim olsun” demişler.</span><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNAzmMDdnH2mhFRKTEZyd2e_zkhsBnfIjWs3REtYXGIRrwr2XW6LOJh4wwkfKxSupRPjEWwtKA7Xr0hfLeVe09Hy4qhibEhallgAn9KT3CbDchOxbd2VvGpOfGsylu1_S7hx6b2EhFDxoXBK_quOCtr1G4NKeybUqdMpbm5RD7ysQpn5EBFjJKLeCMCg/s1200/be223.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="878" data-original-width="1200" height="469" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiNAzmMDdnH2mhFRKTEZyd2e_zkhsBnfIjWs3REtYXGIRrwr2XW6LOJh4wwkfKxSupRPjEWwtKA7Xr0hfLeVe09Hy4qhibEhallgAn9KT3CbDchOxbd2VvGpOfGsylu1_S7hx6b2EhFDxoXBK_quOCtr1G4NKeybUqdMpbm5RD7ysQpn5EBFjJKLeCMCg/w640-h469/be223.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Alman Ekonomi ve Diğerlerini Kıskanma Bakanlığı.. Tam tramvayın durduğu yerde, bundan 60 yıl önce, 8 Alman gencini taşıyan otobüs barikatlara girmiş! </span></i></td></tr></tbody></table></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6sJQlB8PKo7x5dmBo39xrYHdCUVzEU_dncsLsP1IxZUC6z2dJvgFlmfjzTDwmoSCHdTjOI4N4wB2mGG7pU-38XfZ6IWKM0fuhOsTvZ6jvF1SciZNvdPYbpexM6bgFmMFzRMdoWy7BS2pCjt55ZAxi57lQSZzB5xzdbtrc4ZwPSgzG_EcQb1ycdZI6fg/s1200/be247.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="817" data-original-width="1200" height="435" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6sJQlB8PKo7x5dmBo39xrYHdCUVzEU_dncsLsP1IxZUC6z2dJvgFlmfjzTDwmoSCHdTjOI4N4wB2mGG7pU-38XfZ6IWKM0fuhOsTvZ6jvF1SciZNvdPYbpexM6bgFmMFzRMdoWy7BS2pCjt55ZAxi57lQSZzB5xzdbtrc4ZwPSgzG_EcQb1ycdZI6fg/w640-h435/be247.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Bakanlığın kanaldan görünümü</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoPlainText"><span style="font-family: verdana;">Bakanlık binası, Berlin’de İnvalidenstrasse üzerinde.
Kötü bir tercüme ile geçersizler/hükümsüzler caddesi, daha iyi bir tercümeyle
yaralılar/sakatlar caddesi olarak çevirebiliriz. Sanırım eskiden bu civarda
savaş sırasında yaralıların tedavi edildiği bir yer bulunuyormuş, o bölgeyi
park yapmışlar, parkın da bitişiğindeki etkileyici yapı da Alman Ekonomi ve
“Bir Şey Daha” Bakanlığı olmuş. Binada çok güzel toplantı salonları var, ferah
salonların yüksek tavanları Alman/dünya yakın tarihinden fotoğraflarla
süslenmiş; Lenin/Stalin’lerden Hitler’e, Baader Meinhoff’lardan kim olduğunu
anlamadığım çıplak bir ablaya kadar iyi kötü tüm mühim şahsiyetlerden kareler
var. Giriş kapısından avlusuna kadar pek nezih bir ortamdı yani…</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjDniM6x9YS_nzIQx8TN2SuPi8AMAWP9gIvaopT8HGoCYkhJS7KUofCSwbt7YOt6CEZaQPr7kekx_6_5mLl4426yZYHXRuDDPd6bxkMRf9YPPYvQfUv1lty16JaM6vSHo0F3qfiYw92WzTrQ2wfe2t7EMv1vy8nTm9ZEw28vtP7_MqBMcNamGTjUO8eQ/s1200/be225.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="820" data-original-width="1200" height="438" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjDniM6x9YS_nzIQx8TN2SuPi8AMAWP9gIvaopT8HGoCYkhJS7KUofCSwbt7YOt6CEZaQPr7kekx_6_5mLl4426yZYHXRuDDPd6bxkMRf9YPPYvQfUv1lty16JaM6vSHo0F3qfiYw92WzTrQ2wfe2t7EMv1vy8nTm9ZEw28vtP7_MqBMcNamGTjUO8eQ/w640-h438/be225.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Toplantı salonumuz, masa devrilmeden az önce</span></i></td></tr></tbody></table><p class="MsoPlainText"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPzXDIqMkkoeeY6r2NVWDBJgThWLhZhaK5pc4gKxzGW2geLKseKj4r3FzDTCEZEAMHOeK5yP4ZWLsq_XhzyrragxwZP_xnc_hjlRfqY0VRmyykA98_bJJOfss-iJevqfMhnFXg_WFS7D08tIYSJvC-ioEnOtmehbM5Co26qFBha-QXsZpatcrgQzB3lA/s1200/be226.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="809" data-original-width="1200" height="432" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPzXDIqMkkoeeY6r2NVWDBJgThWLhZhaK5pc4gKxzGW2geLKseKj4r3FzDTCEZEAMHOeK5yP4ZWLsq_XhzyrragxwZP_xnc_hjlRfqY0VRmyykA98_bJJOfss-iJevqfMhnFXg_WFS7D08tIYSJvC-ioEnOtmehbM5Co26qFBha-QXsZpatcrgQzB3lA/w640-h432/be226.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Toplantı salonu tavanlarında tarih sergisi</span></i></td></tr></tbody></table><p class="MsoPlainText"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<p class="MsoPlainText" style="text-align: left;"><span style="font-family: verdana;">Toplantı salonunda bizleri ülke alfabetik sıralamasına
göre oturtmuşlardı; İngilizceye göre alfabetik. Benim de yanıma Amerikalı bir
arkadaş düştü (Turkey – USA); OECD’de Fransızca alfabetik sıraya göre
oturtuyorlar, adamlar Etats-Unis olunca ayrı düşüyoruz. Neyse efendim, Trump
yönetiminin iktidara gelmesinden sonraki ilk toplantı olduğu için bizim turuncu
saçlının ekibinin toplantılardaki tutumu merak ediliyordu. Toplantılar boyunca
bir birine benzemez 20 ülke ortak bir metin konusunda epeyce tartıştı, iyi kötü
bir uzlaşma sağlandı. Yanımdaki Amerikalı arkadaş bütün toplantı boyunca
telefonundan twitter’a bakıp hiç söz almadı. Vay anasını sayın seyirciler diye
düşünürken, iki günlük müzakerelerin son dakikalarında söz isteyerek ABD
yönetiminin görüşülen mevzulara karşı olduğunu ve hiçbir metne imza
atmayacaklarını, boşuna toplandığımızı söyledi. Hani siyaset gündemimize
yakınlarda giren “masayı devirme” mevzuu var ya; Amerikalı delege maçın uzatma
dakikalarında masayı aldığı gibi kafamıza geçirdi! Be adam, niyetin buysa niye
bizi iki gündür haybeye tartıştırıyorsun, en baştan söylesene? Oturumun Alman
Başkanı’nın yüz ifadesini unutamam… Demek ki Trump diplomasisi böyle bir şeymiş
dediydik, tutukladıkları kadar varmış!</span></p>
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDXFdSSRXA-UlZgdkwFAQN6kpak4-NmT18qDKOS3HJJ4hPk4Rk0Szl1uL_5vXbjiiDcbIdYa53EPAjencXb4Gvuw5j0gELqzFxjxV3_OaJpBl7yUjymKR1KMO2BtTweEd66isb1vGpeokY1svalnj3jEpustgcpqS4H6Qer23a8iXKP7mSC213YppKVw/s1200/be252.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="859" data-original-width="1200" height="458" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDXFdSSRXA-UlZgdkwFAQN6kpak4-NmT18qDKOS3HJJ4hPk4Rk0Szl1uL_5vXbjiiDcbIdYa53EPAjencXb4Gvuw5j0gELqzFxjxV3_OaJpBl7yUjymKR1KMO2BtTweEd66isb1vGpeokY1svalnj3jEpustgcpqS4H6Qer23a8iXKP7mSC213YppKVw/w640-h458/be252.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Tarihi binanın modern dokunuşlu kokteyl salonu</span></i></td></tr></tbody></table><p class="MsoPlainText" style="text-align: left;"><span style="font-family: verdana;">Neyse efendim, siyasi detaylara fazla girmeyelim, yarın
öbür gün adam hapisten çıkar, tekrar seçilir falan… Toplantıların öğlen
arasında Bakanlığa oldukça yakın olan, ibret olsun diye korudukları duvar
parçası ve The Wall Müzesi’ne gittim (Pink Floyd’un The Wall’u değil tabii, ama
arada akrabalık var). Bizim invalidenstrasse’nin az üstünde, duvardan bir
parçayı gözetleme kuleleri ile olduğu gibi koruyorlar, tabii üzeri
graffiti’ler, duvar yazıları vesaire ile oldukça süslü. Bir bölümüne de duvarı
aşmaya çalışırken hayatını kaybeden Alman vatandaşlarının resimleri asılarak
hatıraları canlı tutuluyor. Duvarın hemen karşısına küçük bir müze/ziyaretçi
merkezi yapmışlar ve duvarın tarihçesini, ilginç anekdotları, kaçış
hikayelerini burada görebiliyorsunuz. Fazla uzatmayalım, zaten oldukça yakın
bir tarih, çoğunuz dizi ve filmlerden, öykü ve romanlardan duvar hikayelerine
aşinasınız, ben bir tane örnek vereyim...</span></p>
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6QcCyBvPWH502_WBVcLapbci1V6BmAvUT9x6v56ZiKKEAQQpQQRve_QS8DxxTsNBKTIlvcpLfV9gtOq447SahNeFl4Jmh4Mc3b6LivMAZEwVHghTaKvjv9NBKyO6zZsPqPwc7L3xTQfnJa2P6IeisanihbjTd1jNlSyHbTV4StHwSJFWWg-o3C3-3vA/s1200/be4140.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1035" data-original-width="1200" height="552" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6QcCyBvPWH502_WBVcLapbci1V6BmAvUT9x6v56ZiKKEAQQpQQRve_QS8DxxTsNBKTIlvcpLfV9gtOq447SahNeFl4Jmh4Mc3b6LivMAZEwVHghTaKvjv9NBKyO6zZsPqPwc7L3xTQfnJa2P6IeisanihbjTd1jNlSyHbTV4StHwSJFWWg-o3C3-3vA/w640-h552/be4140.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Duvardan geriye kalanlar</i></span></td></tr></tbody></table><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHvs81vfuF1fSDCPG8V38Kc6IdhHlw_U7Ef2DRkT58r8T36PifZ-CECbonb-1a_pU7xKJEeVyejSdYYomm0RNcW9QqHEmwpILt9WaL3pGPXTDHoZg844ykNaY3uJecLPv36S1zlGQD-pt8uMMrsj2fsXo4eQMGTbcH3Yn481AwrR0uV-nG4n1pfh4KGQ/s1200/be409.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="854" data-original-width="1200" height="285" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHvs81vfuF1fSDCPG8V38Kc6IdhHlw_U7Ef2DRkT58r8T36PifZ-CECbonb-1a_pU7xKJEeVyejSdYYomm0RNcW9QqHEmwpILt9WaL3pGPXTDHoZg844ykNaY3uJecLPv36S1zlGQD-pt8uMMrsj2fsXo4eQMGTbcH3Yn481AwrR0uV-nG4n1pfh4KGQ/w400-h285/be409.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Duvar parçası</span></i></td></tr></tbody></table><p class="MsoPlainText" style="text-align: left;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgBexyFjqqx_boOrL9PnegBpvQbsp-sxHYdVns1XYT5mYw4lAH-T_BONYSMvGb4zA-MBUaq0RPindea8DYA0DIIU65mle7M7dvABbuwPklumx5PpGjzYvabw16S0JcgPS-8-sLmtxENNCTAnJqUXE2CUOkZoUspnow4P27zBfiYK3TpnD_L_t1uv3Qpag/s1200/be417.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="762" data-original-width="1200" height="406" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgBexyFjqqx_boOrL9PnegBpvQbsp-sxHYdVns1XYT5mYw4lAH-T_BONYSMvGb4zA-MBUaq0RPindea8DYA0DIIU65mle7M7dvABbuwPklumx5PpGjzYvabw16S0JcgPS-8-sLmtxENNCTAnJqUXE2CUOkZoUspnow4P27zBfiYK3TpnD_L_t1uv3Qpag/w640-h406/be417.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Duvarı aşmaya çalışırken hayatını kaybedenlerin albümü :((</span></i></td></tr></tbody></table><p class="MsoPlainText" style="text-align: left;"></p><p class="MsoPlainText" style="text-align: left;"><span style="font-family: verdana;">Sergideki fotoğraflardan birinde Alman Ekonomi Bakanlığı
binasını görünce ilgimi çekti. Meğer bizim Bakanlık tam duvarın dibinde,
Doğu/Batı Berlin sınırının üzerindeymiş (Doğu Berlin’de kalmak şartıyla); zaten
binanın yan cephesi Spree nehrine bağlanan Spandauer Schifffahrtskanal’ın
kenarında. Duvar yapıldıktan sonra binanın önü doğu ile batı arasındaki kontrol
noktalarından biri olmuş (checkpoint diyorlar). Bundan 60 yıl önce, 1963
Mayısında, 8 Doğu Alman gencimiz bir otobüse binmişler ve aracı tam gaz kontrol
noktasındaki barikata doğru sürmüşler. Sanırım Blues Brothers’da olduğu gibi
barikatı yıkar geçeriz diye düşündüler, ama o yıllarda film henüz çekilmediği
için plan başarısız olmuş; otobüs barikata saplanıp kalmış. Doğu Alman
askerleri otobüse tam 138 el ateş etmiş (Blues Brothers kovalamaca sahneleri
gibi) ve yine filmlerde olduğu gibi hiç biri ölmemiş! Gençlerin hepsi yaralı
kurtulmuş, ama tutuklanıp uzun süreli hapse mahkum edilmişler. Bu anekdot,
duvarla ilgili hikayeler arasında en az trajik olanlardan, en azından 138
kurşun (kim saydıysa) kimseyi öldürmemiş…</span></p>
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVtDK1XixY0CS2qdnpASVlJouQzn5xIRP8WiZQvnn1KmhYhwTICqGwV3NhCa09R2hydT_tWA9H9COQDaRT96d9_D3uucLLefmxApZqJNTekmBxoIk4Vw4KMIFK0fUh6NAvqw7rYoKufAtDHaIvlAQBuXLoDWw1hhXePgSkRa-C0AcM5kq8oSr4JCiqUg/s1200/be421.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="856" data-original-width="1200" height="456" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVtDK1XixY0CS2qdnpASVlJouQzn5xIRP8WiZQvnn1KmhYhwTICqGwV3NhCa09R2hydT_tWA9H9COQDaRT96d9_D3uucLLefmxApZqJNTekmBxoIk4Vw4KMIFK0fUh6NAvqw7rYoKufAtDHaIvlAQBuXLoDWw1hhXePgSkRa-C0AcM5kq8oSr4JCiqUg/w640-h456/be421.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Duvar varken manzara böyleymiş...</span></i></td></tr></tbody></table><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKkJjnjKa0utGMEWbN3jQy4pYtrcWV5LOWWNONAWse9g4kvjBZnPWvL0sf5BGg0U7DVg1_C9HzjsRgOHCTitaM3_VpOIKIYJzWk-Xl8PWeEiapC4dyIVgx2OS-Nqa9tmjQPSqyHUiYVtLNd52DBoRs1fgXxzk9Uy92qRib-j-LRIDHZkdL1WsjJndkYQ/s1198/be450.jpg" imageanchor="1" style="font-family: verdana; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="858" data-original-width="1198" height="458" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKkJjnjKa0utGMEWbN3jQy4pYtrcWV5LOWWNONAWse9g4kvjBZnPWvL0sf5BGg0U7DVg1_C9HzjsRgOHCTitaM3_VpOIKIYJzWk-Xl8PWeEiapC4dyIVgx2OS-Nqa9tmjQPSqyHUiYVtLNd52DBoRs1fgXxzk9Uy92qRib-j-LRIDHZkdL1WsjJndkYQ/w640-h458/be450.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Sürücü de biraz acemi sanki, bariyeri ortalayamamış...</span></i></td></tr></tbody></table><p class="MsoPlainText" style="text-align: left;"><span style="font-family: verdana;">Müzeden çıktım, sarı tramvaya binip Bakanlık binasının
önünde indim. Asayiş berkemal, asker yok, polis yok, sınır yok… Tramvay hiçbir
barikata, duvara takılmadan gazlayıp gitti. 60 yıl önce İklim Eylemleri
Bakanlığının önünde yaşanan eylemin kralını kafamda canlandırarak binaya geri
girdim…</span></p></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-86542912370080826022023-03-23T10:09:00.000+03:002023-03-23T10:09:05.790+03:00Deprem Sonrası Eros ve Katliam<p><span style="font-family: verdana;">Bundan tam yüz yıl önce, 1923 Eylül'ünde, bizim Cumhuriyeti ilan etmemize ramak kala Japonya'nın tarihindeki en büyük doğal afetlerden biri olan Kanto Depremi meydana gelmiş. Tokyo-Yokohama Bölgesinde etkili olan depremin şiddeti 7,9 olarak tahmin edilmekle birlikte, dakikalarca sürdüğü kayıtlara geçmiş. Depremde ölü sayısı 100,000'in üzerinde olup kayıpları da eklediğinizde 140,000'i aştığı bilinmekte. Japonya'nın doğal afetlere karşı "ciddi" anlamda önlemlerinin bu depremle başladığını söyleyebiliriz. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Deprem ve tahribatı hakkında konuşulacak çok şey var, ama ben farklı bir konuya dikkat çekmek istiyorum. "Her mevzuyu capona bağlıyorsun" diyeceksiniz ama tarihte illa ki ibret alınacak bir şeyler bulunur. İbret demişken, sakın anlatacaklarımı bugünle karşılaştırıp benzerlik bulmaya çalışmayın, hayat tesadüflerden, benzerliklerden ibaret... </span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8DhCfgU6cYjbGxXqepdOsKS05jSvB6FjcrO-IOGCrW4M-okhi1utjhKkamNkDJci9kYM8wopGpa_UY3FYEwFZXQB-fLT1lb_5byiTQeSnOn3nmoqw8MUrnN1aZV5hqiYr5lyYHUAvAtOKkEhVu2bIApfPclLrniPDCLkbKyvgFJKeaQoz_9ZC87q6qA/s900/edotokyo02.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="637" data-original-width="900" height="452" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8DhCfgU6cYjbGxXqepdOsKS05jSvB6FjcrO-IOGCrW4M-okhi1utjhKkamNkDJci9kYM8wopGpa_UY3FYEwFZXQB-fLT1lb_5byiTQeSnOn3nmoqw8MUrnN1aZV5hqiYr5lyYHUAvAtOKkEhVu2bIApfPclLrniPDCLkbKyvgFJKeaQoz_9ZC87q6qA/w640-h452/edotokyo02.JPG" title="Deprem olduğu tarihte Tokyo'da çok katlı binalar yoktu; ölümlerin çoğu enkaz altında kalmaktan değil, yangınlarda gerçekleşti. Deprem, tam öğlen 12'de meydana geldi; Japonların ahşaptan, kağıttan, sazdan evlerinin çoğunda öğle yemeği için açık ocaklar yakılmıştı ve tüm Tokyo'yu alevler sardı." width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Deprem olduğu tarihte Tokyo'da çok katlı binalar yoktu; ölümlerin çoğu enkaz altında kalmaktan değil, yangınlarda gerçekleşti. Deprem, tam öğlen 12'de meydana geldi; Japonların ahşaptan, kağıttan, sazdan evlerinin çoğunda öğle yemeği için açık ocaklar yakılmıştı ve tüm Tokyo'yu alevler sardı.</span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Efendim, depremin olduğu dönem Japon toplumu ve siyasetinin en çalkantılı dönemleri; dünya savaşı sonrası sağcı, aşırı milliyetçi hükümetler yönetiminde kaynayan ülkede giderek güçlenen sosyalist, komünist, anarşist fraksiyonlar, işçi ve kadın hareketleri, Kore ve Çin asıllı azınlıklar, köylü ve çiftçi isyanları, politik suikastler derken üstüne bir de deprem patlıyor. Depremin hemen ardından Japon askeri, polisi ve aşırı sağcı paramiliter kuvvetler banzai nidalarıyla depremden sağ kurtulmuş, Koreliler başta olmak üzere, her telden muhaliflere girişerek yaklaşık 6000 kişiyi katlediyor! </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Olayların gelişimi belki tanıdık gelebilir; depremi izleyen ilk saatlerde Yokohama civarında işçi sendikalarının organizasyonunda gönüllüler yiyecek içecek yardımına girişiyor. Epey bir Koreli işçinin de yer aldığı ve haliyle sol tandanslı gönüllü organizasyonun oldukça etkin olduğu, takdir topladığı rivayet ediliyor; hükümet (veya durumdan vazife çıkaran bazı gruplar) duruma gıcık kapıyor ve hele ki işin içinde Kore asıllıların olması akla dış güçlerin büyük planını getiriyor; deprem ertesi karmaşadan yararlanarak yerli ve milli Japon hükümetini yıkmak, aşağılık sosyalist, komünist ve hatta Korelilerin önderliğinde yeni bir yönetime geçmek! </span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEik5xLJ-TKgqhlDyX5zWIa2hiIojSB_DUNGJUiF8pX0inuvmxHA2vlq-59rbIhAlA4niN3sA-Qcsy_jfLHElLK2ScI7X5vgDjaqSKGf08peS0Ub6FVicKbdGb-MoesJNPjXN8Ywd049Qo42zsM7_9Ny6QzbNsHYyLN_q6Ul1xVtdAG4sg6Xe42LzqKQqQ/s1024/tky01.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="773" data-original-width="1024" height="484" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEik5xLJ-TKgqhlDyX5zWIa2hiIojSB_DUNGJUiF8pX0inuvmxHA2vlq-59rbIhAlA4niN3sA-Qcsy_jfLHElLK2ScI7X5vgDjaqSKGf08peS0Ub6FVicKbdGb-MoesJNPjXN8Ywd049Qo42zsM7_9Ny6QzbNsHYyLN_q6Ul1xVtdAG4sg6Xe42LzqKQqQ/w640-h484/tky01.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Deprem sonrası yine tıkış tıkış yapılaştılar ama ne derece dayanıklı oldukları hepimizin malumu! </span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">İlk hedef Kore asıllılar; ne de olsa diğer sosyalist ve komünistler her şeye rağmen Japon evladı. Koreliler hakkında inanılmaz söylentiler yayılmış, depremden kurtulan Japon kadınlara tecavüz ettikleri, su kuyularını zehirledikleri, işgal planı hazırladıkları falan... Ülkenin demografisini kirlettiği düşünülen Korelilere karşı Japon polisi ufak ufak harekete geçmiş, kendi ellerini kirletmekten ziyade, yakaladıklarını aşırı milliyetçi sivil gruplara teslim etmişler. Bu arada kim Koreli, kim japon, kim Çinli arada kaynamış; düşünün, bizim milliyetçiler bile Çinli diye Japon döverken, Japon milliyetçisi muhtelif Asyalıları nasıl ayırt etsin? Kıyafetinden, aksanından şüphelendikleri çekik gözlülere kılıçla, mızrakla, baltayla girişmişler. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Hazır bir temizlik varken bir anda akıllarına sosyalist, komünist, anarşist ve hatta feministler gelmiş; arada onları da ufak ufak temizlemeye başlamışlar. Özellikle Sakae Osugi ve Noe Ito isimli, oldukça popüler sevgililerin (anarşist) bir subay tarafından katledilmesi çok bilinen bir vaka ve bu olaya da hafifçe değinen "Eros ve Katliam" isimli film Japon avangard/yeni dalga sinemasında çok meşhurdur; ben de hayretle izlemiştim. Ünlü yönetmen Kurosawa bile deprem ertesi katliamlara tanıklık etmiş ve arada gümbürtüye gideceğiz diye bayağı korkmuş. Böylece Japonlar deprem bahanesi ile yılanın başını küçükken ezmişler ve dükkan tabii ki sağcı, milliyetçi, militer hükümetlere kalmış, gerisini 1945'e kadar biliyorsunuz. </span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimDsiy3U1vm0bVIIacMq2A2RJmE6hpthRJ4J5EWrW8mkgiwUVYFTVBtKwkdxbndbL9px0lq7xsoLg5JZycwzFsvkN0IU1Jw_v5gr41s_nWOiM8HiF6NkPVUWk9S2A-sLc0rcP2TIwXq8dS0cBRkn_Scpjxv1PyvooIz0QwmQIMxHXAf3x3Dta9nYYjNQ/s1000/eros+massacre.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1000" data-original-width="750" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimDsiy3U1vm0bVIIacMq2A2RJmE6hpthRJ4J5EWrW8mkgiwUVYFTVBtKwkdxbndbL9px0lq7xsoLg5JZycwzFsvkN0IU1Jw_v5gr41s_nWOiM8HiF6NkPVUWk9S2A-sLc0rcP2TIwXq8dS0cBRkn_Scpjxv1PyvooIz0QwmQIMxHXAf3x3Dta9nYYjNQ/w300-h400/eros+massacre.jpg" width="300" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">İzlemesi zor bir film, meraklısına tavsiye...</span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Dile kolay, 2-3 hafta içinde 6000-8000 kişi katledilmiş, olay ayyuka çıkınca Japon başbakanı "yaa, bir takım tatsız olaylar yaşanmış, ölen insanlar olmuş galiba, ne yapsak, bari bir soruşturma açsak" diyerek olaylara müdahale etmiş. Başta toplumun gazını almak için epey bir tutuklama yapılmış, ama zamanla mahkeme sürecinde ufak cezalarla sıyırmışlar, iktidar ve yargı "bir grup öfkeli gencimizin tepkisi işte..." diyerek konuyu geçiştirmiş, yayın yasakları, ülkenin milli birlik ve beraberliği ile konunun üstü örtülmüş. Yukarıda bahsettiğim iki meşhur anarşisti öldüren subay Amakasu olay soğuduktan sonra terfi ederek Mançurya birliklerinde önemli görevlere atanmış. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Bu hadise tabii ki Japon tarihinin en tartışmalı ve karanlık sayfalarından; olaylar "resmen" kabul edilmiş değil, ama yaptıkları ile övünen, gururla itiraf eden bazı aşırı sağcı politikacılar yüzünden inkar da edemiyorlar. Böyleyken böyle işte...</span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-84290671522345118602023-03-14T16:40:00.004+03:002023-03-14T16:40:24.029+03:00Ankara İçin Sis Vakti<p><span style="font-family: verdana;">Bozkırın incisi Angara'mızın dillere destan bir sisi vardır, özellikle Kasım'dan itibaren şehrin üzerine tüm ihtişamı ile çöker. Bu yıl biraz geç kaldı doğrusu, Aralık ortasında yeni teşrif etti. Bizim muhit sisten yana çok şanslıdır, Ankara'nın en yüksek noktasıdır, hemen aşağıda da bir vadi ve Eymir Gölü yer alır, şartlar sis için oldukça uygundur. Cumartesi günü hem güneşin parladığını hem de sisin çöktüğünü görünce bisikletle ormana daldım. Kaybolmayacağını bildiğin bir siste bisiklete binmenin keyfi başka oluyor. Hava mevsim normllerinin üstünde seyrettiği için fazla sıkıntı olmadı, güneşin parladığı yerler oldukça ılık, sisin içi ise epey bir soğuktu, ama dayanılmayacak kadar değil. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzAyVfRTdZdZizTskybFNVGTGb6HIci5H1khNqOsT-HsdJeV92vcRvxbOmkOWhvnASTXpqC85mRaqZhfvzFm-nT2Ji1ZVuCVV4BAkF3KcmJ8XvabHa3myNj-0vTNV9dnhktfesc8dSn9OU0Z4Vg9dHIWMCyUWw0-y3a5UdnA862ZK__MLasQ8edXLj3Q/s1600/IMG_0271.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhzAyVfRTdZdZizTskybFNVGTGb6HIci5H1khNqOsT-HsdJeV92vcRvxbOmkOWhvnASTXpqC85mRaqZhfvzFm-nT2Ji1ZVuCVV4BAkF3KcmJ8XvabHa3myNj-0vTNV9dnhktfesc8dSn9OU0Z4Vg9dHIWMCyUWw0-y3a5UdnA862ZK__MLasQ8edXLj3Q/w640-h480/IMG_0271.JPG" width="640" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Siste binerken kendinizi bir spa merkezinin buhar odasında gibi hissediyorsunuz, bol nemli havayı ciğerlerinize çekiyorsunuz. Bu iyi bir şey mi emin değilim, ama spa'lara, sağlık merkezlerine koyduklarına göre vardır bir hikmeti. En önemli fark, orada buharın oldukça sıcak, bizim sis bulutunun içinde ise bayağı soğuk olması.</span><p></p><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6EA5HJsdvztzREQJ5PisLF96fM106z3NLGP3Oekum3lKm4OPnZ0ZTPc_gRBzhtFbsvlhboVqzQn7iTY8LLDGxZt6UPnAyNrrgS-64eoWwkwdfY5OvecwnuazkVeMe9yU8cq9QFfgX2XSrh_oo_bJNrTlWDIAPVW_X2lS_0ahtnovGIYfPnvRpo8hafg/s4032/IMG_0291.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6EA5HJsdvztzREQJ5PisLF96fM106z3NLGP3Oekum3lKm4OPnZ0ZTPc_gRBzhtFbsvlhboVqzQn7iTY8LLDGxZt6UPnAyNrrgS-64eoWwkwdfY5OvecwnuazkVeMe9yU8cq9QFfgX2XSrh_oo_bJNrTlWDIAPVW_X2lS_0ahtnovGIYfPnvRpo8hafg/w400-h300/IMG_0291.JPG" width="400" /></a></div><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Oran'dan Eymir'e inen yamaç epey dik olduğundan sisin üzerine çıktığımızda kendimizi deniz kenarında, kayalıklardan deryayı seyrediyormuş gibi hissedebiliyoruz. Ankara'da çakma deniz manzarası! En güzel yanı, her zaman denk gelmeseniz de, sisin hareket alanının sınırında olmanız; cumartesi tam böyle bir gündü. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNIo9mMIr4RTBU3dRVQCUoai9Pq9OKmxqjqnyWSAx8g7faAeqhFfR6_tG5m0s2OmvnkKOtAPCwwom2VpQA2giLmiX2Hdb84CGKQyyDttG5eS8uhbs7X2r7442mneJQAqrMUdwQ1APmeWpeIzm9dLxBc-SBjh16LiwVpA-eHvtDtYiIeynN7KC6UbFS-A/s4032/IMG_0293.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNIo9mMIr4RTBU3dRVQCUoai9Pq9OKmxqjqnyWSAx8g7faAeqhFfR6_tG5m0s2OmvnkKOtAPCwwom2VpQA2giLmiX2Hdb84CGKQyyDttG5eS8uhbs7X2r7442mneJQAqrMUdwQ1APmeWpeIzm9dLxBc-SBjh16LiwVpA-eHvtDtYiIeynN7KC6UbFS-A/w400-h300/IMG_0293.JPG" width="400" /></a></div><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Patikada ilerlerken 20-30 metre aşağınızdaki sisin yavaş yavaş yukarı tırmandığını görüyorsunuz. Birkaç dakikada sis sizi yalayıp yutuyor ve içinde 3-5 metrelik görüş mesafesi ile kalakalıyorsunuz. Buhar sizi sarmalıyor, havanın hareketini gözlerinizle görebiliyorsunuz, birazdan da sis aşağı doğru çekiliyor ve güneş tekrar parlamaya başlıyor. Denizin tam kıyısında dalgaların kucağında yatarsınız ya; dalgalar üzerinizden aşar, sonra yavaşça geri çekilir. Sahilde birkaç saniyede gerçekleşen bu med ceziri sisli havada ağır çekimde, 10-15 dakikada yaşıyorsunuz. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp5yjqmh3o3VcgJh7LN_KjiG1YhESFEKZHPYSuFb52F7GkahxvVSR6bsA51xXByPgYpXuyv_ygoV4oGz5__hHFCwim5F3xj6Xpg0v8jolh-kVPzsvbZjm93SK8mQHbZ0EZ8uKdbxzTS_t36WyxVREQjXcj0VaFOwe4zHSauwHT1y_UhfV3TIASbHGDCg/s4032/IMG_0287.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp5yjqmh3o3VcgJh7LN_KjiG1YhESFEKZHPYSuFb52F7GkahxvVSR6bsA51xXByPgYpXuyv_ygoV4oGz5__hHFCwim5F3xj6Xpg0v8jolh-kVPzsvbZjm93SK8mQHbZ0EZ8uKdbxzTS_t36WyxVREQjXcj0VaFOwe4zHSauwHT1y_UhfV3TIASbHGDCg/w400-h300/IMG_0287.JPG" width="400" /></a></div><p><span style="font-family: verdana;">Yoğun sisin ortasında pedallarken, sisten asıl muzdarip olan bir diğer canlının farkına vardım. Normal bir günde o muhteşem eserlerini asla fark edemeyeceğiniz örümceklerin ağları, yoğun nem, buhar ve sis altında öyle bir su toplamışlar ki... sanırım bu kadar bariz tuzağa düşen böcük cinsi bulunmamakta olup, örümceklerin hasılatı epey bir düşmüştür. Ama bizler için temaşa eylemesi çok hoş bir manzara çıkmış ortaya...</span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhILJsS00ARjQYQAg7akrkkiPnnxOiW2EO26pSUolgv4uVpJYNEv3_5tT1y8HSVhKgxhf3bLnzA4lQGsaSzSGRswiN3gHpyk2V4H6YHMTMt6FAep5TwUtO-GineClMLX4iRKGcfWyuyRpGgd9n2tLDAOUbftBWMLNjvkOuzYSSlaeWzHYybtkOiMaV7ig/s1280/DSCF3045.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1202" data-original-width="1280" height="376" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhILJsS00ARjQYQAg7akrkkiPnnxOiW2EO26pSUolgv4uVpJYNEv3_5tT1y8HSVhKgxhf3bLnzA4lQGsaSzSGRswiN3gHpyk2V4H6YHMTMt6FAep5TwUtO-GineClMLX4iRKGcfWyuyRpGgd9n2tLDAOUbftBWMLNjvkOuzYSSlaeWzHYybtkOiMaV7ig/w400-h376/DSCF3045.JPG" width="400" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwh8muTVG65qsSkqZ1rsZsOHUyAJuPGfmOaBl5xvwhs3VjnmXUGQvw8KxjG3mXPOguVHpCVpIdSWuIKz8awvYtfN-_tgbgUNxoGa5J0oWw_RL9Y0MkKvyxCNkkSR4hbEsZsyzJiDUJsVZS37wne7vIk8RLGMFckMQyzZckF_DyW-5M04yMCYU0Nmhufw/s1181/DSCF3061.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1112" data-original-width="1181" height="376" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwh8muTVG65qsSkqZ1rsZsOHUyAJuPGfmOaBl5xvwhs3VjnmXUGQvw8KxjG3mXPOguVHpCVpIdSWuIKz8awvYtfN-_tgbgUNxoGa5J0oWw_RL9Y0MkKvyxCNkkSR4hbEsZsyzJiDUJsVZS37wne7vIk8RLGMFckMQyzZckF_DyW-5M04yMCYU0Nmhufw/w400-h376/DSCF3061.jpg" width="400" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Korku/gizem filmlerinin en klişe aktörlerindendir sis, üzerinize indi mi mutlaka bir musibet olur, kurtlar, ruhlar, iblisler hepsi sisle birlikte üstünüze çöker, birisinin kafası kopar, diğerinin kalbi sökülür falan, ama siz korkmayın, Ankara'nın sisine bodoslama dalın, evcildir, zararsızdır, nemlendirir, keyif verir. MFÖ'nün dediği gibi, sislerin içinden canım, koşarak koşarak gel bana gel...</span><p></p><p></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-60202524134331234182023-03-13T15:16:00.007+03:002023-03-13T15:19:35.073+03:00Yapay Geri Zeka<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">Geçenlerde bir sebepten Netflix bana küsmüş... Netflix'i android televizyonumuzda TV Ready kutusu üzerinden oynatabiliyorduk (youtube’u da), ama kutucuğumuz video oynatmaz oldu, sorunu çözemedim. Doğal olarak süperonline müşteri hizmetlerini aradım. Biliyorsunuz, artık müşteri hizmetleri hattında bir “insan”a denk gelmek </span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;"><a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a></span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">imkansız; bir aralar dakikalarca “falan sorununuz için beşe, filan sorununuz için altıya…” diye bizleri yönlendiren bir menü vardı, onunla dalga geçerken onu arar olduk. Şimdi, karşınızda şuh bir ses “yaşadığınız sıkıntıyı kısaca söyleyin” diyor ve (tahminen) kelime algılayıp sizi bir yerlere bağlıyor. </span></span></p><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-family: verdana;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCCtWzjsxOE81Fba4kARfJsrSGOVbWWth25XEmfM_gw2eFYcuiPqGg6mG9oIEr3PBPcwiSQzBDo9KczNv40OD1PBXBbaqQm2YL3mRnapvgQk93XaJ67Rr24JNmMv4pz89jCyOr7CeOkUNMGo_bECo_LNcvToZ01VVY_WsaGpPm8aTmKh-WNSeltAb0dw/s1080/bankalarin-musteri-memnuniyeti-anlayisi2_477662.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1073" data-original-width="1080" height="318" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCCtWzjsxOE81Fba4kARfJsrSGOVbWWth25XEmfM_gw2eFYcuiPqGg6mG9oIEr3PBPcwiSQzBDo9KczNv40OD1PBXBbaqQm2YL3mRnapvgQk93XaJ67Rr24JNmMv4pz89jCyOr7CeOkUNMGo_bECo_LNcvToZ01VVY_WsaGpPm8aTmKh-WNSeltAb0dw/w320-h318/bankalarin-musteri-memnuniyeti-anlayisi2_477662.jpg" width="320" /></a></span></div><p></p><p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">Ne de olsa A.I. (artificial intelligence, yani yapay zeka) çağındayız, karşımda leb derken leblebiyi algılayabilecek yazılımlar var. Olmalı. Diye düşündüm. Önce, “TV ready uygulaması video oynatmıyor” diye ultra sofistike bir cümle kurdum. Bana “anlayamadık, derdinizi kısaca söyleyin, örneğin fatura ödemek istiyorum” gibi bir ipucu verdi. Ben de daha basit bir cümle kurdum, “tv+ video oynatmıyor” Cevap olarak “anlamadım, 3-4 kelimeyle özetleyin, örneğin fatura ödemek istiyorum” dedi. Ben de daha basit, anlaşılır olmak için “tv ready arızası, video oynatım arızası” hatta çok temel bir ifade olsun diye “internet arızası” dedim. Kelimeleri tane tane, haber spikeri gibi söyledim, sonuçta Karadenizli şivesi veya yörük ağzıyla konuşan biri değilim. Her seferinde “anlaşılamadı, örneğin faturamı ödemek istiyorum diyebilirsiniz” diye yanıtladı.</span></span></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Anladım ki süperonline faturaya takılmış, sadece ve sadece fatura ödemek isterseniz size yardımcı olacak. İyi gün dostu, “bana sakın arıza ile, şikayet ile gelme” diyor. Ya da A.I.’nın farklı bir versiyonu ile karşı karşıyayım; artificial idiocracy. Yapay Geri Zeka. Hani gerçekten yapay zeka olsa, örnek verirken arada sırada değiştirir, “fatura ödemek istiyorum” yerine “ek hizmet satın almak istiyorum” gibi, yine tüketim ve kapitalizm odaklı bir iki varyasyon koyar. Ama yok, size ille de fatura ödetecek. Ama benim ödenmemiş faturam yok, şimdiye kadar hiç süresini geçirdiğim ödemem yok, gerçekten yapay "zeka" olsa bunu hemen anlayabilirdi. </span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTa7KLGEfLTSZTJ7Fy5Dy92RfW5_8jSbVM77u-9m7YfkbzpLUyv4W5jJjyKrwFL55rAfkRqxjyBboLwrRLYM800298UP9b766Q7mi5w8Z4p9KEVw0ApmOyfNbV0nCW5uxvmp-mOTEvz-hW0Of67ZXgPQ9EsCwFwy-51ptfv1iVMFd98HDw_PqfflOH_w/s533/bankalarin-musteri-memnuniyeti-anlayisi_477662.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="406" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTa7KLGEfLTSZTJ7Fy5Dy92RfW5_8jSbVM77u-9m7YfkbzpLUyv4W5jJjyKrwFL55rAfkRqxjyBboLwrRLYM800298UP9b766Q7mi5w8Z4p9KEVw0ApmOyfNbV0nCW5uxvmp-mOTEvz-hW0Of67ZXgPQ9EsCwFwy-51ptfv1iVMFd98HDw_PqfflOH_w/w488-h640/bankalarin-musteri-memnuniyeti-anlayisi_477662.jpg" width="488" /></a></div></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Neyse efendim, sanal asistanla frekansımız uyuşmayınca internet sayfasından şikayet formunu seçtim, derdimi anlattım, 24 saat geçmeden cevabımı aldım; “bizle ilgili hiçbir sorun yok, gidin oynatamadığınız uygulamaların destek merkezlerini arayın”. Ulan, bir techno-wizard değilim, ama cahilin önde gideni de değilim; sorun tv kutusu veya yazılımında. Oturdum 2-3 saat uğraşıp onu sil, bunu yükle, şunu sıfırla, fabrika ayarına dön, yeniden yükle derken sıkıntıyı çözdüm ve şikayet merkezine “bakın, şu sorun böyle çözülüyormuş, siz de öğrenmiş olun, bir daha aynı şikayetle arayan olursa belki yardım etmek istersiniz. Belki…" gibi terbiyeli ama sitemkar bir not bıraktım, biraz alınmışlar ama sorunu hallettik.</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Günümüzde müşteri hizmetleri ile ilgili temel sıkıntı şu; ara yüzler, akıllı asistanlar, teknolocik sesli/görüntülü/interaktif destek servisleri havalarda uçuyor, ama içerik sıfır, arkası bomboş. Ürünü satana kadar taklalar atan ürün/hizmet sorumlularına bir daha ulaşmanız mümkün değil: “size nasıl yardımcı olabiliriz? Örneğin, faturamı ödemek istiyorum. Başka seçenek yok, fatura ödemek dışında bizle temasa geçmeyin. Zaten başka da bir halt bilmiyoruz” Zaten bildiğiniz gibi, satış sonrası servisin, desteğin, tamirin olmadığı bir devirdeyiz, bir şey bozulursa atıyoruz, çünkü hepimizin servislerden duyduğu tek tavsiye “abi, bunu atıp yenisini alın, daha ucuza gelir”. Artık aldığımız birçok ürünün içini açmak, herhangi bir yerini tamir etmek mümkün değil; “abi, bunu atacaksın, yenisini alacaksın”. Şimdi Avrupa’da yavaş yavaş “ürünlerinin tamir edilebilme hakkı”nı arayan tüketici grupları seslerini yükseltiyor, ama daha çok yolumuz var gibi. Hani, koskoca arabayı bile atın, yenisini alın diyecekler, ama bir tek o sektörde yetkili servisler bir şekilde iş görüyor…</span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgK8Qhqk89PQwOSnfXBfJo8guaxNyGwKy9x7vEat2LXRb0aObkfATwcIdO7T0o3JXeh68pzcCWhhXmpy6Xfb-34UWD67LthIC3GeznlBuJoEK9p3hRjgXM47HkrEObvfe1b9KB4GqJyocKYgFP7js8xsG69R2g8DIXReb13KDzZvFkcsnMEt1na-X8crw/s547/in-case-of-fire-exit-building-before-tweeting-about-it.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="547" data-original-width="433" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgK8Qhqk89PQwOSnfXBfJo8guaxNyGwKy9x7vEat2LXRb0aObkfATwcIdO7T0o3JXeh68pzcCWhhXmpy6Xfb-34UWD67LthIC3GeznlBuJoEK9p3hRjgXM47HkrEObvfe1b9KB4GqJyocKYgFP7js8xsG69R2g8DIXReb13KDzZvFkcsnMEt1na-X8crw/w316-h400/in-case-of-fire-exit-building-before-tweeting-about-it.jpg" width="316" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Geçenlerde sosyal medyada güzel bir espri vardı; eskiden arabaların kullanım kılavuzunda bujilerin nasıl değiştirilip ayarlanacağı anlatılırdı, şimdikilerde “akünün suyunu içmeyin” benzeri uyarılar var. Bu hem insanoğlunun giderek nasıl moronlaştığı üzerine güzel bir tespit, hem de “tamir edilme hakkı”na karşı insanları yıldırıcı bir strateji. Geçenlerde bizim düldül arızalanınca kullanım kitapçığını alıp bir bakayım istedim (ki, bizimki 2005 model araç, nispeten eski). Rehber oldukça kallavi, yüzlerce sayfa, sanırsın kitab-ı mukaddes, içi bilgi ve tavsiye kaynıyor. Gerçekten de aracın her parçası, kenarı, köşesi, işlevi ile ilgili bir başlık açmışlar, ama her başlık/bölüm “aracınızı derhal yetkili servise götürün” cümlesiyle bitiyor. Basit bir lamba arızasından şanzıman sorununa kadar her konudaki tek yönlendirme “aracınızı derhal yetkili servise götürün”. Be adam, o zaman niye kaç yüz sayfa kullanım kitapçığı yazıyorsun, kısaca “en ufak bir sıkıntıda aracınızı yetkili servise götürün, orada sizi çarpsınlar” yazan ufak bir kart koy bitsin. Bu da bir çeşit “örneğin, faturamı ödemek istiyorum” vakası.</span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAtUzaHIQ5ColRQJJzBGwj_uFrFvwfgo23_uWVyhV9SPegdh92x0wQYtzzZiLpZfQXhXd7KGQX8GZywv6fc_vV9CjCFOwgKYWMNTt07nKekMdbRwtjfn8ReMYDsVJqsbVARb6yG1MXh64ne_G2qDLbV7plC0YkN1iKVL7mOUVkUJiVePFZV7WZNDW4IA/s779/baby.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="779" data-original-width="689" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAtUzaHIQ5ColRQJJzBGwj_uFrFvwfgo23_uWVyhV9SPegdh92x0wQYtzzZiLpZfQXhXd7KGQX8GZywv6fc_vV9CjCFOwgKYWMNTt07nKekMdbRwtjfn8ReMYDsVJqsbVARb6yG1MXh64ne_G2qDLbV7plC0YkN1iKVL7mOUVkUJiVePFZV7WZNDW4IA/w354-h400/baby.jpg" width="354" /></a></div></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Nereden nereyee, konu iyice dağıldı, ama tüketici/vatandaş olarak iki seçenekle karşı karşıyayız; “lütfen akünün suyunu içmeyin” veya “kedinizi mikrodalga fırında kurutmayın” şeklinde “doğal geri zeka” muamelesi ve “faturamı ödemek istiyorum, aracımı yetkili servise götürmek istiyorum” şeklinde yönlendiren “yapay geri zeka” uygulamaları. Buyurun seçin, hayırlı olsun. Yazıyı okuduktan sonra müşteri memnuniyeti anketimize yönlendirilmek için lütfen sıfırı tuşlayın, zaten sıfırı tükettik...</span></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-51449583391120875352023-03-13T15:08:00.005+03:002023-03-13T15:08:40.913+03:00Dünya Bişey Günü<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">Yahu, bu "Dünya (X) Günü" çılgınlığından artık gına gelmedi mi? Hani senede 3-5 dünya bişey günü olsa idare edeceğiz ama (X) > 365 limitini çoktan geçtik, artık her Allahın günü dünya bir şey(ler) günü. Eğer aktif bir sosyal medya kullanıcısı iseniz bu günleri kutlamanın (veya kutlamamanın) getirdiği ağır sorumluluk ve manevi baskı dayanılır gibi değil; öncelikle taraflara karşı eşit mesafede olmak, farklı mesleklerin, kültürlerin, inançların hassasiyetlerine saygı duymak, </span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;"><a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a></span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">sosyal medya diplomasisinin dengelerini gözetmek zorundasınız.</span></span></p><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-family: verdana;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOnct104npZUEsF4TQPywCJoyBHt7foA6DeBYCdoMZCcjRXgQlCqsftN9StbSKndHqTsBx0kN2r0i_GVDlab8sUxmyiXOpCo6Sv0rpU_Hjd2vyZ6JAeVD0IZIHciUgHF34QobOw8neSInFG2apgUMM0R9Q4KH2dLFEU86SrNBQtKi508W88YYoOqkK8A/s450/d%C3%BCnyabi%C5%9Feyg%C3%BCn%C3%BC1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOnct104npZUEsF4TQPywCJoyBHt7foA6DeBYCdoMZCcjRXgQlCqsftN9StbSKndHqTsBx0kN2r0i_GVDlab8sUxmyiXOpCo6Sv0rpU_Hjd2vyZ6JAeVD0IZIHciUgHF34QobOw8neSInFG2apgUMM0R9Q4KH2dLFEU86SrNBQtKi508W88YYoOqkK8A/s320/d%C3%BCnyabi%C5%9Feyg%C3%BCn%C3%BC1.jpg" width="320" /></a></span></div><p></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Dünya X gününe özel bir fotoğraf, video bulmak, hatta profil resmini değiştirmek, konuyla ilgili aforizma, tarihten bir yaprak vb. derken her insan evladının günün en az yarım saatini "Dünya X Günü" anmalarına ayırması gerekiyor. Farz-ı misal, dünya sinema gününü kutlarsan dünya tiyatrolar gününü atlamayacaksın, doktorlar gününü yad ediyorsan hemşireler gününü unutmayacaksın, hede gününü anıyorsan hödö gününü boş geçmeyeceksin, etli gününde coşacaksan sütlü gününde susmayacaksın. Tabii en iyisi etliye sütlüye bulaşmamak, benim gibi alayını pas geçmek. İşim gücüm mü yok ulan?</span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgMue5L9Trf0I-fE5giSdTqy8y4X8KnuU5DWtchIzVeGox-LMiDoq_gAs2z2SFIss2u476XFByN4D-Xa8aAHFGO45wFr5yI5ARtutQQ9Tak4BQjHuFfzJfvrBXOnUNYWxJOvNgKZoEdwcSRtgByQtN09vcKFffa8jb5Q2zxKBIInAOVtLcL44HpD9yBYA/s615/d%C3%BCnyabi%C5%9Feyg%C3%BCn%C3%BC2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="552" data-original-width="615" height="287" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgMue5L9Trf0I-fE5giSdTqy8y4X8KnuU5DWtchIzVeGox-LMiDoq_gAs2z2SFIss2u476XFByN4D-Xa8aAHFGO45wFr5yI5ARtutQQ9Tak4BQjHuFfzJfvrBXOnUNYWxJOvNgKZoEdwcSRtgByQtN09vcKFffa8jb5Q2zxKBIInAOVtLcL44HpD9yBYA/s320/d%C3%BCnyabi%C5%9Feyg%C3%BCn%C3%BC2.jpg" width="320" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Örneğin 19 Kasım günü bildirimler yağdı, 19 Kasım Dünya Erkekler Günü ve aynı zamanda Dünya Tuvalet Günü imiş. Şimdi ne yapayım, hemcinslerimin gününü kutlarken profilime pisuar mı koyayım? "Kuburu temiz, sifonu çalışan, tuvalet kağıdı tedarikli, taharet musluğunun açısı ayarlanmış tuvalet her dünya vatandaşının hakkıdır" diye manifesto yayınlarken erkekler gününün simgesi olarak... ne resmi paylaşayım? Ayrıca, dünya erkekler günü ile tuvalet gününü aynı tarihe denk getirmek hangi densizin işidir? O günün ne/kim günü olacağına hangi dış mihraklar, şer odakları karar vermektedir? Hiç bulaşmayayım diyordum, yine sinirlendim!</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Dünya Erkekler Günü ile Tuvalet Günü'nün aynı tarihe rastlamasının yarattığı hüsrana dair paylaşımlarımın sosyal medyada coşkuyla karşılanmasına teessüf ederken, aklıma Paris'te gördüğüm meşhur heykel geldi. Dünya errrkekler gününden bir gün önce tesadüfen Paris'te idim ve Boulogne ormanında yürürken ünlü iki aşık heykelinin önünden geçtim. Aynı heykeli tam üç yıl önce de görmüştüm ve bu iki tarih arasında değişmeyen şey, erkek figürü üzerinde hacet gideren </span><a style="color: #385898; cursor: pointer; font-family: verdana;" tabindex="-1"></a><span style="font-family: verdana;">kuşlardı.</span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnSaG3jU424L9Qi2UM8SFyof-gmGxSWE0u76g00i-GAw3GXoay5GVDd4_pjfVkCobrbQHjiJiq0gt2UEt_54jhnfEx_IWHypF1q5FidbxN1MoaOYyiVpn9vTM4mNiLYCfIwK3-nl8w8FvUDDtHZeBvLoHESH3Q_m8jD0h3IBG7ifZQ-8_jR-MHmoB6fg/s1280/d%C3%BCnyabi%C5%9Feyg%C3%BCn%C3%BC3.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="904" data-original-width="1280" height="453" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnSaG3jU424L9Qi2UM8SFyof-gmGxSWE0u76g00i-GAw3GXoay5GVDd4_pjfVkCobrbQHjiJiq0gt2UEt_54jhnfEx_IWHypF1q5FidbxN1MoaOYyiVpn9vTM4mNiLYCfIwK3-nl8w8FvUDDtHZeBvLoHESH3Q_m8jD0h3IBG7ifZQ-8_jR-MHmoB6fg/w640-h453/d%C3%BCnyabi%C5%9Feyg%C3%BCn%C3%BC3.jpg" width="640" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Demek ki dünya tuvalet ve erkekler gün(ler)inin aynı tarihe denk getirilmesinin kavramsal bağdaştırması böyle oluyordu. İsveçli heykeltraş Gudmar Olovson'un aşk şehri Paris'e verdiği bu armağan, kendini bilmez kuşlar tarafından anlam ve bağlamı dışında kullanılıyordu. İyi de bu kuş milleti def-i hacet esnasında niye ille de erkek figürü tercih ediyordu? konuyu çözememekle birlikte aklıma gelen 4 muhtemel alternatifi dünya (zavallı) erkekler günü şerefine değerlendirmenize sunuyor ve ankete oylarınızı bekliyorum;</span></div><div dir="auto"><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">a) Kuşlar bile kimin kafasına s.ç.lacağını iyi biliyor<span class="x3nfvp2 x1j61x8r x1fcty0u xdj266r xhhsvwb xat24cr xgzva0m xxymvpz xlup9mm x1kky2od" style="display: inline-flex; height: 16px; margin: 0px 1px; vertical-align: middle; width: 16px;"><br /></span></span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">b) Kuşlar heykelin cinsiyeti ile ilgilenmiyor, paratoner misali bir karış yukarda olan zavallı ceremesini çekiyor <span class="x3nfvp2 x1j61x8r x1fcty0u xdj266r xhhsvwb xat24cr xgzva0m xxymvpz xlup9mm x1kky2od" style="display: inline-flex; height: 16px; margin: 0px 1px; vertical-align: middle; width: 16px;"><br /></span></span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">c) Kuşlar Hiçkok'un filmindeki gibi ablaya hamle etse de centilmen abimiz kendini feda edip dışkıya kalkan oluyor <span class="x3nfvp2 x1j61x8r x1fcty0u xdj266r xhhsvwb xat24cr xgzva0m xxymvpz xlup9mm x1kky2od" style="display: inline-flex; height: 16px; margin: 0px 1px; vertical-align: middle; width: 16px;"><br /></span></span></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">d) Belki de feminiz gruplar propaganda ve imaj çalışması kapsamında gizlice erkeğin başından aşağı kuş poku boca ediyor ve algı yaratıyorlar <span class="x3nfvp2 x1j61x8r x1fcty0u xdj266r xhhsvwb xat24cr xgzva0m xxymvpz xlup9mm x1kky2od" style="display: inline-flex; height: 16px; margin: 0px 1px; vertical-align: middle; width: 16px;"><br /></span></span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Kolayına kaçıp da (a) şıkkını işaretleyenleri bir kenara not edeceğim (tuzak şık). Bir yanlış dört doğruyu götürecek, ona göre...</span></div></div></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-67677055564340354752023-02-21T10:46:00.004+03:002023-02-21T10:46:57.844+03:00Bilinç Ve Vicdan<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;">İnternette ağzını açmış canavar resmi aratırken karşıma bu çıktı; şimdiye kadar sivri dişli ağzını kocaman açmış nice T-Rex, köpekbalığı, timsah resimleri gördüydüm ama bu kadar korkuncunu görmedim. Zaten dünya üzerindeki en kadim mücadele, gelir, servet, zenginlik paylaşım kavgasıdır ve hatta dinler, devletler, ideolojiler de buradan doğmadır. İnsanlığın ortak sağduyusunun ağır bastığı dönemlerde canavarın ağzı kapanır gibi olur, ama üst çene her fırsat bulduğunda ağzını </span><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;"><a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a></span><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;">kocaman açıp dar/sabit gelirlinin payını ham yapmak ister. Bunu engellemek için devletlerin, yasa yapıcıların düzenleyici kurallarına uyulacağına, iyi niyet gösterileceğini varsaymak ne yazık ki sonuç vermez, çünkü gelir payını artırmak için her şey mübahtır. Mıdır? Biraz izan, bilinç, vicdan yok mudur?</span></span></p><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-family: verdana;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiji2QehjSrGJCdg4WzxNIeD6XmNXLdYHqrGhF0MdzJbKQ2Y8UOwiwdIz43hryMMfnejEXU3gefgoA6TOxapbBYLGyiYle-FCOotP9SqaTbJgeu6ECfVQWK0WYAe7HP-Kuah17tbJNUFVTBO8DGguGogYNWrGnkcxSOkh3x4rM5vBRWP5gdPe2_WBBZcw/s1080/canavar.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="511" data-original-width="1080" height="302" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiji2QehjSrGJCdg4WzxNIeD6XmNXLdYHqrGhF0MdzJbKQ2Y8UOwiwdIz43hryMMfnejEXU3gefgoA6TOxapbBYLGyiYle-FCOotP9SqaTbJgeu6ECfVQWK0WYAe7HP-Kuah17tbJNUFVTBO8DGguGogYNWrGnkcxSOkh3x4rM5vBRWP5gdPe2_WBBZcw/w640-h302/canavar.jpg" width="640" /></a></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; text-align: left; white-space: pre-wrap;">Nereden nereye gibi bir zıplama olacak ama grafiğe bakarken aklıma bilinç ve vicdan geliverdi. Gelir dağılımından çok daha kapsamlı bir mevzu olsa da şu detayın altını çizeyim istedim; Bilinç ve vicdan bizde ayrı kelimeler olsa, hatta anlam olarak bir birinden epey ayrışsalar da, İngilizce (ve latince kökeninde) tek bir kelime var: conscious(ness); bu kelime gavuristan’da hem vicdan, hem de bilinç anlamına geliyor. Bu sadece dilbilimsel/etimolojik bir ayrıntı değil, söz konusu kavramların özüne inen bir detay. Yani batı anlayışı zamanında bilinç ve vicdan işlerini birbirinden ayırmamayı tercih etmiş; bir eylem bilinçli ise vicdanlıdır, aksi mümkün değildir demek istemiş. Bazı toplumlarda ise ikisi ne yazık ki birbirinden koparılmış, böylece bilinçli yapılan bir işten vicdani sorumluluk ayrıştırılabilmiş, veya vicdanı rahatlatmak için bilinçli olma şartı ortadan kaldırılmış.</span></span></div><p></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2IHde4L5jSPvxiK7krsj0hk5WXMNYzxhP2EjMq6-FKbDKQBGIGI1mcj_3PqacWqt9bMDt2S4s8thv-dn0W1QjkP0e3fW1ULUpXnfandsv_vHFE2qNBIy7kzegvmU8BwSHsrRIoH2uR8P5NjRgAkNewcCYy0GPWf7yVq94vwxEGzVOEKjHlqhZjou4dw/s1600/marina43.JPG" imageanchor="1" style="font-family: verdana; font-size: medium; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center; white-space: normal;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1059" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2IHde4L5jSPvxiK7krsj0hk5WXMNYzxhP2EjMq6-FKbDKQBGIGI1mcj_3PqacWqt9bMDt2S4s8thv-dn0W1QjkP0e3fW1ULUpXnfandsv_vHFE2qNBIy7kzegvmU8BwSHsrRIoH2uR8P5NjRgAkNewcCYy0GPWf7yVq94vwxEGzVOEKjHlqhZjou4dw/w265-h400/marina43.JPG" width="265" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Biliyorum, kafalar karıştı ama az daha açayım; bilincin ne olduğu sorusu yüzyıllardır hem dilbilimin, hem felsefenin önemli bir konusu; ama az çok, kabaca bir tanımımız var; bilmek, farkında olmak. Vicdan ise kişinin kendi yapıp ettiklerini sorgulayabileceği, öz değerlendirme yapabileceği bir içsel kavram (zaten o yüzden vicdan kelimesinin ardından genelde “azabı” geliyor). İşte, bilinç ve vicdan aynı kelime, aynı kavram olunca, insana kişisel sorumluluk illa ki yükleniyor; vicdanımızla sorguladığımız her eylemin kendi bilincimizin eseri olduğu, dışarıdan dayatılan bir yargıya bağlı olmadığı, olmaması gerektiği vurgulanıyor. Örneğin Freud abimiz de vicdanı kısaca “bilinçli olan” diye tanımlıyor; ona göre vicdan, içimizdeki temel bir arzunun reddedilmesinin (öldürme, kötülük, çalmak…) içsel algısıdır; ama bu reddetme başka bir şeyden destek almaz, kendi içinde emin (bilinçli) olması esastır.</span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Bilinç ile vicdanın ayrı olmasının, vicdanda bilinç bulunmamasının ne sakıncası var diyeceksiniz… Vicdan, bilinçle bir olmayınca, bilinç ile temellenmeyince mutlaka bir dış buyurgan onun yerini alıyor. Bu bir din, dogma, ideoloji, milliyetçilik, her türlü “bizden”cilik, hatta ahlak olabilir ve vicdanınızı böyle bir dış güce rehin verebilirsiniz. O zaman, bu akımların dayattığı bazı değerler, uygulamalar sizin vicdanınızı susturarak işini görebilir; bizden olmayanın malını gasp edebilir, farklı şekilde inananı öldürebilir, sınavlarda soru çalabilir, aynı derneğe/partiye/kulübe ait olmayanların hakkını afiyetle yiyebilirsiniz ve vicdanınız hiçbir rahatsızlık duymaz; çünkü bilincin yerini daha güçlü, acımasız ve tutarlı bir retorikle kendini her daim haklı çıkarmayı beceren bir güç almıştır. O yüzden vicdan ile bilinci sadece İngilizce sözlüklerde değil hayatımızda da birleştirelim.</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgtgdbgbrWWXhkYevw-2X-YVO6_-rOZdpq3jvX9p87ktaB9aYLF3OkSgBLJv9mi7cRnrxH5X0m_la3s128sjNrQmZ8prVwP8MAJOve_VnsA4ZB6TfXF0_57a9Zp8NSgZpj96FFwAhTH5Pp3EGE34HCx-MGWTbN4RDQ8msQw8ZZa-RbLg9mV9nE7OuNeFQ/s1600/hali%C3%A718.JPG" imageanchor="1" style="font-family: verdana; font-size: medium; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center; white-space: normal;"><img border="0" data-original-height="1105" data-original-width="1600" height="276" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgtgdbgbrWWXhkYevw-2X-YVO6_-rOZdpq3jvX9p87ktaB9aYLF3OkSgBLJv9mi7cRnrxH5X0m_la3s128sjNrQmZ8prVwP8MAJOve_VnsA4ZB6TfXF0_57a9Zp8NSgZpj96FFwAhTH5Pp3EGE34HCx-MGWTbN4RDQ8msQw8ZZa-RbLg9mV9nE7OuNeFQ/w400-h276/hali%C3%A718.JPG" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Yukarıdaki ağzını açmış gelir dağılımı canavarına dönecek olursak, hiçbir tekil bilincin bu vahşi tablo karşısında “vicdan” azabı duymaması beklenemez. Ama örneğin Weber’in çok güzel özetlediği gibi protestan etikten çıkış alan kapitalizm, tanrının seçilmiş kullarının bu dünyada da “seçilmiş”, zengin ve servet sahibi olması gerektiğinden hareketle gelir dağılımının bozulmasına çok güzel çanak tutuyor. Çeşitli ekonomi teorileri de sermaye birikimi, ölçek ekonomisi, rekabetçilik (ve bu sayede istihdam ve ekmek kapısı yaratılması) vb. açılarından gidişatı destekliyor. Semavi dinler arasından fakirliği, sabrı, kaderine boyun eğip koşulsuz itaati vaaz edenler var. Sadece kadim dinler değil, post-modern inançlar ve akımlar da, örneğin Harari’nin anlattığı gibi hızla bozulan bir gelir dağılımını, çok az sayıda zengin bir süper-insan topluluğu ile büyük bir “lüzumsuzlar” kitlesini öngörüyor. Vicdanımız bilinçten ayrışıp bu gibi inançlara, ideolojilere kendini bırakınca ağzını kocaman açmış bir gelir dağılımı canavarını da kanıksıyoruz. Biraz “daldan dala, quelle alaka” olsa da gidişat budur efendim…</span></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-68097976302152889842023-02-21T10:32:00.005+03:002023-04-17T16:55:16.100+03:00Kiss Me Brejnev<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">Geçtiğimiz aylarda Rus ressam Dmitri Vrubel’in covidden öldüğü haberine tesadüfen rast geldim. Kimdir bu eleman, bilinen bir ressam mıdır diyeceksiniz; tabii ki Rus kültür sanat dünyasının en meşhurlarından değildir, ancak Berlin Duvarı’na yaptığı bir mural, nam-ı diğer duvar resmi ile büyük şöhret yakalamıştır. Bu resim, 1979 yılında Doğu Almanya’nın kuruluşunun 30. Yılı kutlamaları için Berlin’e gelen Brejnev ile Doğu Alman başkan Honecker’in “hararetli” öpüşmelerinin çok </span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;"><a style="color: #385898; cursor: pointer;" tabindex="-1"></a></span><span style="background-color: white; color: #050505; white-space: pre-wrap;">başarılı bir canlandırması idi. </span></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjPJyO0QXMNCLcGJyYkUz9CgbXDxXrRMSNbFsHojuMKgnxqMOsOKJrejpm6-S_nSEboPAoI2lYeWJ56Q_iIYy1NZRbuzBhuhDPHUsEobNYf7zrfkdJaPYrKtg_GNj_Q9D4EVN3ePXJNevEfLg5ZT-eN32NTu-JRnwkBGqVSp0zKaTZINcNkTzQr3OYoPg/s900/b01.jpg" imageanchor="1" style="background-color: white; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center; white-space: pre-wrap;"><img border="0" data-original-height="585" data-original-width="900" height="416" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjPJyO0QXMNCLcGJyYkUz9CgbXDxXrRMSNbFsHojuMKgnxqMOsOKJrejpm6-S_nSEboPAoI2lYeWJ56Q_iIYy1NZRbuzBhuhDPHUsEobNYf7zrfkdJaPYrKtg_GNj_Q9D4EVN3ePXJNevEfLg5ZT-eN32NTu-JRnwkBGqVSp0zKaTZINcNkTzQr3OYoPg/w640-h416/b01.jpg" width="640" /></a></div><p></p><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Henüz ahlakbozan Netfliş’in icat olmadığı, liderlerimizin mazbut hayatlar sürdüğü bir dönemde dünyayı şaşırtan bir öpücüktü bu… Soğuk savaş yıllarında bu selamlaşmanın adı “sosyalist kardeşlik öpücüğü” olarak da tescillenmiş. Özellikle komünist blok liderleri arasında samimiyeti, kardeşliği vurgulamak için benimsenen bir öpücük olmuş. Bazı durumlarda sıkı bir kucaklaşma ve yanaklardan üç kere sert, vakumlu öpücükler tercih edilirken, dostluk ve samimiyet iyice vurgulanmak istendiğinde dudaklardan ateşli bir buseye de rastlanmış. Bu samimi selamlaşma ile liderler arasında eşitlik olduğu dünyaya ilan edilmiş; yani el etek öpmek, önünde eğilip bükülmek yok! </span></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Öpücük deyip geçmeyin; bu ıslak ve samimi selamlaşma, ülkeler arasındaki ilişkiler hakkında dünya siyaset sahnesine önemli mesajlar da vermiş. Örneğin, Kruşçev’le birlikte Rusya ve Çin arasında başlayan soğuma, Mao’nun Kruşçev’e French Kiss bahşetmemesi ile ispatlanmış. Castro’nun da Brejnev’i karşıladığı gün dudaktan öpüşüp koklaşmamak için ağzından purosunu çıkarmadığı vakidir. Yani Lana Del Rey’in de şarkısında dediği gibi “Kiss Me Hard Before You Go”, ama o kadar da değil! Bütün yoldaşlar bizi seyrediyor, biraz diline hakim ol devrim aşkına! </span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgx1mcWjoqF8MZ_1FcQHhyTtPRA-KmjEvZFGPs0_ZIfOUNNTGN3cHOZbU2-SJXk9W_kyKYIyx4vCzSfLqgJp2csZc_8P43bdJASHTPYidJ2XUIfsgY_KA9FGfCilIVRSIFGdSKSMBplIDRGE8VwudV4X6AJdVBB9NAMQr0ABe9DeV-6X4xyEgWQrcjulg/s900/b03.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="647" data-original-width="900" height="288" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgx1mcWjoqF8MZ_1FcQHhyTtPRA-KmjEvZFGPs0_ZIfOUNNTGN3cHOZbU2-SJXk9W_kyKYIyx4vCzSfLqgJp2csZc_8P43bdJASHTPYidJ2XUIfsgY_KA9FGfCilIVRSIFGdSKSMBplIDRGE8VwudV4X6AJdVBB9NAMQr0ABe9DeV-6X4xyEgWQrcjulg/w400-h288/b03.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsmtB3oNkcFSM6P6tD9UVcq5HJWv2QGOkkp4Lfq1pNd11fSc6Mxy3PSUYcnN7MvAeNONHfBOfyZ76W1Vpw68KTR4Nt0sLY82t_aaB7aYUe_MqUdmBvC5vQRJTLFhaYKPrjSXT63ypnK4PxRBE06F7MclQLyvpo5mP6y8mUSd_8W2qW8sOE_PFsF19plA/s900/b04.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="680" data-original-width="900" height="303" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsmtB3oNkcFSM6P6tD9UVcq5HJWv2QGOkkp4Lfq1pNd11fSc6Mxy3PSUYcnN7MvAeNONHfBOfyZ76W1Vpw68KTR4Nt0sLY82t_aaB7aYUe_MqUdmBvC5vQRJTLFhaYKPrjSXT63ypnK4PxRBE06F7MclQLyvpo5mP6y8mUSd_8W2qW8sOE_PFsF19plA/w400-h303/b04.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFyv051VLTKfwWa251AiUYKQLmM68b8Ol5LQa9O42uMT7hytYbOiIAVpe0WtlUd9XF1GvxZ-pJpui_w1j7aUMj9D9VVDq4x3gV2CQDIqGHP7PAlVPm3QGFSXlPwF1OxLfmDBeVbO85j5VLE4xBlkqZnn3XyEUqpK87akNX7wLJ_BFofSONoVxi7ewnsw/s900/b17.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="669" data-original-width="900" height="297" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFyv051VLTKfwWa251AiUYKQLmM68b8Ol5LQa9O42uMT7hytYbOiIAVpe0WtlUd9XF1GvxZ-pJpui_w1j7aUMj9D9VVDq4x3gV2CQDIqGHP7PAlVPm3QGFSXlPwF1OxLfmDBeVbO85j5VLE4xBlkqZnn3XyEUqpK87akNX7wLJ_BFofSONoVxi7ewnsw/w400-h297/b17.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiE0_7Kgb9U2CzgolBDMoweLdos8QsqTgIiSwq4r1cZKvS8HgisoN3t-oHwATX7NuAthOX5yx8c_Tx5MKirfslSZK3T9vblQPXTR_pb1jyq-l0Oag95gfoPNnP-IhrQL03yoiKBS2j-3jmDQkN72nWWWXDNn7L8r8ojbleTE0eZChBOtZ09F6V2xmGhpw/s900/b15.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="623" data-original-width="900" height="278" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiE0_7Kgb9U2CzgolBDMoweLdos8QsqTgIiSwq4r1cZKvS8HgisoN3t-oHwATX7NuAthOX5yx8c_Tx5MKirfslSZK3T9vblQPXTR_pb1jyq-l0Oag95gfoPNnP-IhrQL03yoiKBS2j-3jmDQkN72nWWWXDNn7L8r8ojbleTE0eZChBOtZ09F6V2xmGhpw/w400-h278/b15.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Peki, m</span><span style="font-family: verdana;">erhum ressam Vrubel’in bu etkileyici muralını nerede temaşa eyleyebiliriz? Sanatçımız, “Tanrım, bu ölümcül aşktan kurtulmama yardım et” adını verdiği resmini 1990 yılında Berlin Duvarının ayakta kalan bir kısmına nakşetmiş. 1989 yılında fiilen alaşağı edildikten sonra, bu utanç duvarının bazı parçaları ibret-i alem olarak Berlin’in çeşitli köşelerinde korunmuş. Bunlardan en eğlenceli ve seyirlik olanı, Spree nehrinin doğu yakasında, Oberbaum isimli sevimli köprüden yukarı doğru uzanan 1-1,5 kilometrelik bir duvar hattı. </span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7OtpamAhxo--8rAvJNCAW7J9SV6xP7deb_XLOJuA1W2-NN7Y7ufGucdFr344cuY1mXWjccDHkxJJPZLwsNHuBP_Jlk024troTGmt9rv7UiU4CLQyRE5n0wAMpcw9ZC87zD_v8n6LICX-RX5N50ZKLUEvLM36whI3AuVy4EnxG6duvIf6upbxwVauO8w/s1200/b14.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="353" data-original-width="1200" height="188" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7OtpamAhxo--8rAvJNCAW7J9SV6xP7deb_XLOJuA1W2-NN7Y7ufGucdFr344cuY1mXWjccDHkxJJPZLwsNHuBP_Jlk024troTGmt9rv7UiU4CLQyRE5n0wAMpcw9ZC87zD_v8n6LICX-RX5N50ZKLUEvLM36whI3AuVy4EnxG6duvIf6upbxwVauO8w/w640-h188/b14.jpg" width="640" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZHh7yPgUlWY3PxM35NmoqrEORTaM_T601A8PxMPd7o8C7vmCDfcRqBGks2z1qaIZUFw3Ee6mB8jSOfFX-Ermn7wXm_VeJIyn6XHfQtIyyKjP3KNjEAo80EeNf0qEMW-09CRhfjRCUnyuWv38rN_CcZnEz6KFsrPCVWfvayaF_4j0zCINh6QCaufAnKg/s900/b06.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="653" data-original-width="900" height="290" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZHh7yPgUlWY3PxM35NmoqrEORTaM_T601A8PxMPd7o8C7vmCDfcRqBGks2z1qaIZUFw3Ee6mB8jSOfFX-Ermn7wXm_VeJIyn6XHfQtIyyKjP3KNjEAo80EeNf0qEMW-09CRhfjRCUnyuWv38rN_CcZnEz6KFsrPCVWfvayaF_4j0zCINh6QCaufAnKg/w400-h290/b06.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUhuujDOCvAbRtUjTRmvjK2JhWGuZ_7B-hIpPkB5GkjLCz4gcdnkw-hqq3H_3Tnim-xFLxOa8pcYQHrsDyUngri3aZngq5qvwDw4vGafHrtfUAZSOMSRk3Icoxn_gpShKFNfZEskD5gr01sWKITTF5XUiCoa79e6AtP5PxeZgyQ7azON2FAP0uPzaYOg/s900/b07.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="638" data-original-width="900" height="284" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUhuujDOCvAbRtUjTRmvjK2JhWGuZ_7B-hIpPkB5GkjLCz4gcdnkw-hqq3H_3Tnim-xFLxOa8pcYQHrsDyUngri3aZngq5qvwDw4vGafHrtfUAZSOMSRk3Icoxn_gpShKFNfZEskD5gr01sWKITTF5XUiCoa79e6AtP5PxeZgyQ7azON2FAP0uPzaYOg/w400-h284/b07.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhc3cmAuWTOGZN6-X4TTNsvJv1e8M8WxvTVP1krOKgbLHrrejtRoNyYMwS7B-b0MVkXj253C_CHPCUuPhqYtTxF8ekoSXtORjKHzXb_fh_tPVK6sKQ18uR29wV4P4uIJrY7TyThcI7hsqfhcANNKuZme-7-k1TTaAxGPQ5zzPl7PfwbEloS5HHp4X67lg/s900/b13.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="692" data-original-width="900" height="308" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhc3cmAuWTOGZN6-X4TTNsvJv1e8M8WxvTVP1krOKgbLHrrejtRoNyYMwS7B-b0MVkXj253C_CHPCUuPhqYtTxF8ekoSXtORjKHzXb_fh_tPVK6sKQ18uR29wV4P4uIJrY7TyThcI7hsqfhcANNKuZme-7-k1TTaAxGPQ5zzPl7PfwbEloS5HHp4X67lg/w400-h308/b13.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Size tavsiyem, metro hattı ile bu güzel köprüye intikal edip tuğla işçiliğinin bu nadide eserini gördükten sonra duvar kalıntısı boyunca yukarı doğru güzel bir yürüyüş yapmanız. Nehir boyunca uzanan bu duvar hattına “Doğu Yakası Galerisi” deniyor ve Berlin’de beleş “gezebileceğiniz” çok güzel bir açıkhava modern sanat “müze”si. Dünyanın çeşitli ülkelerinden davet edilen 100 civarında çağdaş sanatçının duvarlara nakşettiği eserleri izleyerek güzel bir yürüyüş yapabilirsiniz. Bazı resimler doğal şartlar yüzünden yıpransa, veya insanoğlu vandalizminden nasibini alsa da, her biri değişik bir temayı, duyguyu, olayı canlandıran bu sevimli sergiyi kaçırmayın.</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFDQ--Rzo7PLHmasalTfrZh9ea8DHa_RIiISj7h03nYGs1fvXhxaz3frBMT1sudCGLO_V0fIiqgR3FpZaThtpV34GG6Yk04MZpznv3mhJTdH9gVAo0xkq_ZCaODMQ7eMYIDZvCS6cEldJpmrF8MLNM5W6ijrsOZsO6DbtpnI6o1IdGgBjN9s8kwPz8dg/s900/b09.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="559" data-original-width="900" height="249" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFDQ--Rzo7PLHmasalTfrZh9ea8DHa_RIiISj7h03nYGs1fvXhxaz3frBMT1sudCGLO_V0fIiqgR3FpZaThtpV34GG6Yk04MZpznv3mhJTdH9gVAo0xkq_ZCaODMQ7eMYIDZvCS6cEldJpmrF8MLNM5W6ijrsOZsO6DbtpnI6o1IdGgBjN9s8kwPz8dg/w400-h249/b09.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiil9z3Vy4kOdkzib7l3kMm68NqxgyRUvjifLl1FYohx6hyNKn_5IAPBmSudYXodS5cilaNVIhdXthzg6peA5ELyf-214PZXwa4ctgmq2v9oSYJmzsCyTnmxLjVvU7-d3_pGPpbbgDGko9yyM5Gw8Tthp-6zdSlQiRuqnMrNMr4otsZ9_Af5zmLCfSokA/s900/b11.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="724" data-original-width="900" height="321" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiil9z3Vy4kOdkzib7l3kMm68NqxgyRUvjifLl1FYohx6hyNKn_5IAPBmSudYXodS5cilaNVIhdXthzg6peA5ELyf-214PZXwa4ctgmq2v9oSYJmzsCyTnmxLjVvU7-d3_pGPpbbgDGko9yyM5Gw8Tthp-6zdSlQiRuqnMrNMr4otsZ9_Af5zmLCfSokA/w400-h321/b11.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbcmexYrrXLptAsxOeP57pqHdTlQWmUYwwbnc7_OGXLjyAwP5622mUpvX_aoZaNHf9J2X2aYTjfqxXkNA3iZgRwzXooCGoyo0ZHUr2CGPGjX2LnBQc-WPjXF5aXT6kSm_LXaNQE0TzbpsGXsb3enfGtr3JcVcEcP0oB1aLiXRLcOkvkS8RxbKD_zlwgw/s900/b10.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="651" data-original-width="900" height="289" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbcmexYrrXLptAsxOeP57pqHdTlQWmUYwwbnc7_OGXLjyAwP5622mUpvX_aoZaNHf9J2X2aYTjfqxXkNA3iZgRwzXooCGoyo0ZHUr2CGPGjX2LnBQc-WPjXF5aXT6kSm_LXaNQE0TzbpsGXsb3enfGtr3JcVcEcP0oB1aLiXRLcOkvkS8RxbKD_zlwgw/w400-h289/b10.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="x11i5rnm xat24cr x1mh8g0r x1vvkbs xtlvy1s x126k92a" style="background-color: white; color: #050505; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">İşte Vrubel’in “ölümcül aşk”lı eseri de Berlin Doğu Yakası’nın Mona Lisa’sı olmuş diyebiliriz; sosyalist erotizm akımının gerçekçi bir portresinin önünde resim çektirmek için kısa bir boşluğu kolladıktan sonra yürüyüşünüze devam edin, duvarın sonunda bir Berlin Currywurst tezgahına denk gelirseniz ne mutlu size, Honecker’i öpen Brejnev gibi yumulun sosise!</span></div><div dir="auto"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyREZgU78RVg4enoGv02veSGMHZjIhLYtadtvQP-Rh6ZsKnbA-ozv0gK7oSdZLRQZo6MPpPlqqpmKZoiYYZDVvnQGUa0PKjfOor4oKt7hvdETl-ZF2rBckuEbOH8KIOTjSlr4e26z47_Kckwod8sckShrJYanipajFQ_uQU_-9pVA2iJ_ajoRHHNR9aQ/s900/b18.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="638" data-original-width="900" height="284" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyREZgU78RVg4enoGv02veSGMHZjIhLYtadtvQP-Rh6ZsKnbA-ozv0gK7oSdZLRQZo6MPpPlqqpmKZoiYYZDVvnQGUa0PKjfOor4oKt7hvdETl-ZF2rBckuEbOH8KIOTjSlr4e26z47_Kckwod8sckShrJYanipajFQ_uQU_-9pVA2iJ_ajoRHHNR9aQ/w400-h284/b18.jpg" width="400" /></a></div></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-27705477174510325092022-09-26T17:09:00.001+03:002022-09-26T23:01:48.050+03:00 Kraliçe’yi Yağlamak<p><span style="font-family: verdana;">Başlığımız biraz spekülatif ve hatta kışkırtıcı olmuş olabilir. Ne de olsa lafzi ve mecazi değişik anlamlara çekilebilecek bir fiil içeriyor; örneğin, Akdeniz sahillerine inip kendini sıcak kumlara bırakmış kraliçenin 50 faktör krem ile güzelce yağlanması olabilir. (Cümle içinde kullanalım, “Philippe, şunu sırtıma sen sürer misin, elim yetişmiyor”) Veya, başbakan olmak isteyen bir tory’nin “Sayın kraliçem, siz en büyüksünüz, gençsiniz, güzelsiniz, siz olmasanız var ya…” şeklinde yağlaması olabilir. Veya, konuya hakim olanlar için Kraliçe’nin taç giyme töreninde İngiliz Kilisesi Başpiskoposu tarafından kutsal yağlarla ovalanması olabilir. </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIiFxxlxafSN5uT33ANJkAPUUxDsH8rwomcDebWm_lewdyM43Wy9DFNUTeLt61BzQ9BSgHXJAklI5xxIewmlrV-XubVMeMEjVRDldbHyEV9N0qzDZ1cm16RwsELIbOyvEwYNi8GEFJ8tiZctVAweF08xQ1TMeaNZ8ZYVg6VxdujFyIMHirqpUX3bHxLw/s900/image.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="559" data-original-width="900" height="398" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIiFxxlxafSN5uT33ANJkAPUUxDsH8rwomcDebWm_lewdyM43Wy9DFNUTeLt61BzQ9BSgHXJAklI5xxIewmlrV-XubVMeMEjVRDldbHyEV9N0qzDZ1cm16RwsELIbOyvEwYNi8GEFJ8tiZctVAweF08xQ1TMeaNZ8ZYVg6VxdujFyIMHirqpUX3bHxLw/w640-h398/image.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>The Crown dizisinde Kraliçe Elizabeth'in yağlanma sahnesi</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Malum, geçen haftanın en büyük olayı Kraliçe Elizabeth’in cenaze töreni oldu; monarşinin töreni züğürdün çenesini yorarmış. Tören bir çok bakımdan sosyal bir turnusol kağıdı gibiydi; öyle ya, dünyanın en büyük emperyalist ülkesinin, ismi sömürgecilik ile özdeşleşmiş hanedanının üyesi vefat etmiş ve nasıl tavır alınacak? Kimileri büyük bir geleneğin, ülkede (ve hatta dünyada) toplum ve siyasetin denge unsurunun vefatından üzüntü duyuyor ve hak ettiği görkemde bir cenaze töreni ile defnedilmesini memnuniyetle karşılıyordu. Kimileri cenaze törenine isyankar, ve hatta anarşik bir tepki gösteriyor, yuhlarla, küfürlerle uğurluyordu. Vaktiyle Krallığın işgal ettiği topraklarda ilan edilen yas programları kimilerinde şaşkınlık yarattı; öyle ki, İngiliz deccalını dünyadan kazımaya and içmiş cihatçıların hükümetleri yas ilanında en ön saflarda yer aldı. Şu dünyanın işleyişini çözemeden ölüp gideceğiz ya, ona yanıyorum…</span></p><p><span style="font-family: verdana;">İngiliz kraliyet hanedanı üzerine en klişe değerlendirmedir; efendim kraliyet sadece sembolikmiş, yönetimde hiç bir ağırlığı yokmuş, hatta Birleşik Krallık için gelir yaratan bir turizm ögesinden öte değilmiş vesaire… Ancak, Londra’da Kraliçe’ye saygılarını sunmak isteyen halkın oluşturduğu 16 kilometrelik kuyrukta bekleme süresinin 24 saati geçmesi hayret uyandırdı ve ingilizlerin kuyruk oluşturma becerisi ve organizasyonunu dünyaya kanıtladı. Sonuçta, cenaze töreninin yüzlerce yıllık geleneklerle, semboller, mistisizm ve romantizmle yüklü kusursuz organizasyonu herkese parmak ısırttı ve birçoğuna “vay be, boşuna inkiliz olunmuyor işte” dedirtti. Dile kolay, Kraliçe’nin ölümü ve cenazesi için “Operation Unicorn”, “Operation London Bridge” isimli detaylı eylem planları yıllar öncesinden hazırlanmıştı. Majestelerinin emrindeki James Bond’un operasyon isimlerine benzer planları noktası virgülüne uygulayarak ve yaklaşık 5,5 milyon pound masrafla tüm dünyayı İngiliz Hanedanı’na hayran bırakmayı başardılar ya, helal olsun… </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvZPBtyZajd_6eR_HEyr40NIYtBtiUHLag5Yv_g-Wx3jm6abf4OxgvwHaqXQDk7yq9nAC6eMciOZKbCfSqwtWwgGjhpCPKnOQgV1pwG5eT-QlDNmjF_Qb00nlkRxmP0OzDvUHSttI2dzScaMyfG92Eu8uzSveHBKIRWcYnyo2PMOpIPq_rPW2JOcE9JA/s908/HM-The-Queen-16-of-22.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="657" data-original-width="908" height="464" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvZPBtyZajd_6eR_HEyr40NIYtBtiUHLag5Yv_g-Wx3jm6abf4OxgvwHaqXQDk7yq9nAC6eMciOZKbCfSqwtWwgGjhpCPKnOQgV1pwG5eT-QlDNmjF_Qb00nlkRxmP0OzDvUHSttI2dzScaMyfG92Eu8uzSveHBKIRWcYnyo2PMOpIPq_rPW2JOcE9JA/w640-h464/HM-The-Queen-16-of-22.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Kraliçe'nin naaşını İskoçya'da taşıyan aracın Alman mühendislik harikası Mercedes Benz olması dikkat çekmedi değil; ama Windsor'lar da Alman kökenli zaten :)) </i></span></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Bu gibi hanedanların en büyük güçleri törenselliklerinden, sembolizm ve bir sır perdesinin ardındaki kutsal hikayelerinden gelir. Yoksa dünyayı emperyalize etmiş bir hanedanı demokrasi, insan hakları, dünya barışına katkıları ile bağdaştıracak değiliz ya; bizi etkileyecek olan onların kıyafetleri, sarayları, törenleri, tahtları, taçları, pelerinleri falan olacak haliyle. Netflix’de Kraliçe Elizabeth dönemi ile ilgili güzel bir dizi var, The Crown; yıllar önce ilk sezonunu izleyip beğenmiştim, devamını getiremedim ama Elizabeth’in tahta çıktığı dönemi pek güzel yansıtıyor. Mistik/tarihi mevzulara meraklı olduğum için ilk sezonun beşinci bölümü çok ilgimi çekmişti; kraliçenin tahta çıkıp “koronasyon” töreninin yapıldığı bölüm. Britiş monark’ların koronasyonu (evet, bildiğimiz korona ile aynı kelime, o da taç giymiş bir virüs ne de olsa) yeryüzünün en eski ritüellerinden birinin devamı niteliğinde.</span></p><p><span style="font-family: verdana;">Bahsettiğim bölüm, Elizabeth’in çocukluğuna ait bir geri dönüş ile başlıyor. Babası VI. George tahta çıkacak, yani taç giyme töreni yapılacak. Törenin provası için Kral George, küçük kızı Elizabeth’in yanına gelir, ondan İngiliz Kilisesi Başrahibinin rolünü oynamasını ister ve kızına der ki “Törenin en önemli kısmı Kralın yağlanması (meshedilmesi). Beni kutsal yağla meshetmen lazım, yoksa kral olamam ve hükmedemem. Kutsal yağ vücuduma değdiğinde bir dönüşüm geçiririm, yüce olanla irtibata geçer, tanrıya bağlanırım.” Ardından, Elizabeth Kral babasına bir yağlanma seansının girizgahını yapar:</span></p><div style="text-align: left;"><span style="font-family: verdana;">Bu kutsal yağ ile ellerini meshediyorum<br />Bu kutsal yağ ile göğsünü meshediyorum<br />Bu kutsal yağ ile başını meshediyorum<br />Daha önce kralların, rahiplerin ve peygamberlerin meshedildiği gibi</span></div><p><span style="font-family: verdana;">Tabii bu olay Elizabeth’in gerçek bir anısı mıdır, yoksa dizi gereği kurgusal bir sahne midir bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz ki, yağla(n)ma bir kraliyet ailesinin taç giyme töreninin tartışmasız en önemli ritüelidir. Nitekim, bu bölümün sonlarında sıra gelir Elizabeth’in koronasyon törenine ve yağlanmasına (ki, dizide gerçek hayattaki törenden görüntülere de yer verilir). </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4b2C_-38BBCO-nuB5JfjBWcR5iDnbHBtk8o8JvzzDWMZsvXuO7NjgqQIoFf5GJD13vJHX779VLXZfVmRE_30BAEOo2auqLQeFymVqPZI9KlRjr9l1rDBqYm23kUd5JpC04iQfUg7wHEEqa7ZAra5fsTryjTS6DwVVv8kJNbTNd9cNxdoWZZSkW0tPLw/s820/Coronation_Henry4_England_01.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="560" data-original-width="820" height="438" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4b2C_-38BBCO-nuB5JfjBWcR5iDnbHBtk8o8JvzzDWMZsvXuO7NjgqQIoFf5GJD13vJHX779VLXZfVmRE_30BAEOo2auqLQeFymVqPZI9KlRjr9l1rDBqYm23kUd5JpC04iQfUg7wHEEqa7ZAra5fsTryjTS6DwVVv8kJNbTNd9cNxdoWZZSkW0tPLw/w640-h438/Coronation_Henry4_England_01.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">İngiliz hanedanından bir yağlanma töreni</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Dizide İngiliz Kilisesi’nin en yüksek yetkilisi olan Canterbury Başpiskoposu, yukardaki ritüel dua ile kraliçeyi yağlamaya başlar. Neyse ki kutsal yağ ile yağlama kırkpınar pehlivanlarınki gibi vıcık vıcık bir seremoni değildir, birkaç damla ile iş görülebilmektedir. Bir de o sırada kraliçemiz genç, hoş bir hatun kişidir. Piskopos, kutsal yağdan bir damla alır ve önce kraliçenin ellerine yağ ile bir haç çizer. Ardından sıra göğüslerine gelmiştir, piskopos biraz tereddüt eder ve elleri titrer. Ne de olsa bu tören binlerce yıl önce tasarlandığında bir kadına uygulanacağı düşünülmemiştir. Piskopos, kraliçenin göğüslerinin üst kısmına de bir haç çizer, o sırada genç Philip “hoop, ağır ol, fazla aşağılara inme” der gibi bakmaktadır, piskopos da haçın sapını kısa tutar. Dini ritüel işte, yapmasan olmaz! Bu zorlu görevi de atlatan piskopos törene devam eder:</span></p><div style="text-align: left;"><span style="font-family: verdana;">Daha önce kralların, rahiplerin ve peygamberlerin meshedildiği gibi<br />Ve Süleyman’ın kral olarak meshedildiği gibi<br />Ve Zadok’un başrahip ve Nathan’ın peygamber olarak meshedildiği gibi<br />Sen de meshediliyor, kutsanıyorsun<br />Ve Tanrımız, Lord sana hükmetme ve yönetme yetkisini veriyor<br />Baba, oğul ve kutsal ruh adına</span></div><p><span style="font-family: verdana;">Ardından, kraliçe Tanrı’nın kurallarına, İncil’in hükümlerine göre hükmedeceğine, İngiliz Kilisesi’nin dini otoritesinden ayrılmayacağına vb. dair yemin eder ve kutsal emanetler kendisine teslim edilir; bir asa, üzerinde haç olan bir küre (ismi her ne ise) ve tabii ki taç. Gördüğünüz gibi, pek laik, pek dünyevi bir tören… değil. Çünkü İngiltere’nin halen resmi bir dini ve “devlet kilisesi” var, dolayısıyla İngiliz kral/kraliçeleri, Birleşik Krallıkta hükmetme yetkisini doğrudan tanrıdan alıyor.</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4SQBLgPCYp8Vhi9bO9f6B13kUT2Xmjx1jsGvyJu2N979ZE9-ZNrRiQ8LtNWrQnm_sFViVnRXqMk7r68SeUehKIoPKyqbOBPBAnMN7--kODSM8OT1UshQwUi-A9dTMCjzkNIaehXbLmo_MFmcknAHkHJCdcNXijdVJn6SpD6RrXglO6V1Jb8XpeGVqFg/s600/samuel-anointing-david.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="340" data-original-width="600" height="226" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4SQBLgPCYp8Vhi9bO9f6B13kUT2Xmjx1jsGvyJu2N979ZE9-ZNrRiQ8LtNWrQnm_sFViVnRXqMk7r68SeUehKIoPKyqbOBPBAnMN7--kODSM8OT1UshQwUi-A9dTMCjzkNIaehXbLmo_MFmcknAHkHJCdcNXijdVJn6SpD6RrXglO6V1Jb8XpeGVqFg/w400-h226/samuel-anointing-david.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yağlanmanın tarihi</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Evet, şu yağlanma olayına tekrar dönecek olursak, gördüğünüz gibi majesteleri binlerce yıllık bir judeo-hristiyan geleneği devam ettirmektedir. Yahudilikte ilk kez bir krallığın kurulduğu, kral ile başrahibin artık ayrılması gerektiği ortaya çıktığında, kralın da dini otorite çerçevesinde hükmettiğini, Rabbin otoritesini vekaleten kullandığını vurgulamak için kutsal yağ ile yağlanma ritüeli öne çıkarılmış. Tabii sadece kral değil, üst düzey din adamlarına da yağlanma şartı getirilmiş; kutsal yağ, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki otorite geçişini sağlamış. Eh, günümüzde bile bir sistemin iyi işlemesi için onu yağlamayı sürdürüyoruz; dişlileri, makina parçalarını vb. yağlamadıkça sürtünmeler, kızışmalar artıyor. Aynı şey evrensel düzen için de geçerli, düzeni hareket ettiren parçaları yağlayacaksın ki Göksel irade sorunsuzca yeryüzüne sirayet etsin. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Şimdi, bu yağlanma mevzuu çok eskilere dayanan bir ritüel. Semavi dinlerde ilk kez Süleyman’ın krallığı civarına dayandırılsa da, eski Mısır’da, Kenan diyarında ve hatta kadim Hindistan uygarlıklarında yağ ile kutsanmanın önemli bir sembol olduğu biliniyor. Göksel bir yetkinin devri için bu sembolün önemi o kadar vurgulanmış ki, İsa bile Yahudiliğin kitabını yeniden yazarken araya bir yağlanma hikayesi sıkıştırmışlar. İncil’e göre, Zeytindağı’nın eteklerinde (dağın ismi de manidar) bir kadın İsa’nın ayaklarını ve başını aromatik yağlarla ovalayarak meshediyor. Kimine göre bu kadın meşhur Maria Magdalena, kimine göre ise bir başka Maria. Hatta yağlayan kişinin belirsiz, günahkar bir kadın olması ve çok pahalı yağlar kullanması cemaat içinde büyük gürültü koparıyor, hristiyanlıktaki önemli tartışma konularından bazılarını ateşliyor, vesaire…</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhXxGNQRPxUdb7EZR7bjk7G2dX2KPpxtjVohnkdJsItxin4kKus28l4t-WUpYi2n-xrY0yIBxRlQw7pPrZWqFw8n-IR2qb8Ae9GZdzD-NAYq01PXocC0XV-64vqAGgaObqqvQBkFUnI1ORGizme6HgNh1SPLZ31tO4gzi9aAxkkp1q1fVQMuUxzO29z4Q/s1024/woman-at-simons-house.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="768" data-original-width="1024" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhXxGNQRPxUdb7EZR7bjk7G2dX2KPpxtjVohnkdJsItxin4kKus28l4t-WUpYi2n-xrY0yIBxRlQw7pPrZWqFw8n-IR2qb8Ae9GZdzD-NAYq01PXocC0XV-64vqAGgaObqqvQBkFUnI1ORGizme6HgNh1SPLZ31tO4gzi9aAxkkp1q1fVQMuUxzO29z4Q/w640-h480/woman-at-simons-house.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">İsa'nın yağlanması ve "Christ" oluşu</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Ve İsa, yağlandıktan sonra yeni bir isim, daha doğrusu sıfat alıyor; Jesus Christ. Epey bir insan, Christ’ı İsa’nın adı veya soyadı gibi görür, halbuki Christ sadece bir sıfattır; “yağlanmış/meshedilmiş”. Kelimenin orijinal ibranicesi “mesih”tir, mesih ibranicede yağlanmış anlamına gelir, hristiyanlık yunan/latin alemine kaydıkça da terimin yunanca karşılığı hristos/christ kullanılmaya başlanır. Beklediğimiz büyük kurtarıcıya “mesih” denmesi de bu yüzdendir; bu kişi kutsal yağ ile (mecazen) kutsanmış, yani gücünü, yetkisini, otoritesini tamamen tanrıdan almış olacaktır. Dolayısıyla, Kraliçe Elizabeth’e de “Elizabeth Christ” dememizin hiç bir mahsuru yoktur, o da yağlanarak ülkesini yönetme yetkisini doğrudan göklerden almış kutsal bir yöneticidir. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Bu yağlama olayını basit bir sembol, arkaik bir ritüel olarak görmeyin, çünkü özellikle Avrupa’nın siyasi tarihini 1500 yıl falan etkileyen, şekillendiren bir güce sahip. Ne zaman ki hristiyanlık önce Roma’da, ardından tüm Avrupa’da güç kazandı ve “Papalık” diye ayrı bir devlet kuruldu, Avrupa’nın monarkları ile Papalık arasında güzel bir simbiyotik ilişki oluşturuldu. Papalık dini otoriteyi, Kutsal Roma (Germen) İmparatorluğu ise dünyevi otoriteyi eline aldı. Her ne kadar sürekli itişseler, otoritenin sınırları konusunda kavga etseler de yüzyıllarca Avrupa’da din temelli bir yönetim modelini oturttular. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Bu modele göre, Avrupa’daki krallar Papa tarafından “yağlanmak” kaydıyla dünya üzerinde “kutsal/ilahi hükmetme hakkı”nı elde ettiler. Yani, kralların yetkisi doğrudan tanrıdan geliyordu ve onlara başkaldırmak küfürdü, tanrının reddiydi, düşünülmesi bile dinden çıkmayı gerektiriyordu. Böylece krallıkların hükmü ruhani bir kalkanın korumasında güvenceye alındı. Diyeceksiniz ki, “halk bunu yer mi”. Vallaha, yedi işte, günümüzde bile yemiyor mu? Zaten yemediği yerde çok büyük savaşlar, köylü ayaklanmaları, mezhep çatışmaları çıktı vesaire. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">İslam alemi de bu modeli -yağlanma hariç- ulü’l emr’e itaat ile oturtmak istedi. Yani, namaz kıldığı, islamın hükümlerine uyduğu sürece hükümdara kayıtsız şartsız itaat farzdır. Ama islam dünyasında bu model ne derece tuttu, tartışılır. Kutsal yağ ile meshedilme müslüman alemine geçmedi, bizde mesh sadece abdest alırken başın ve ensenin ıslatılması ile sınırlı, bir de dedelerimizin giydiği, mest denilen (ve üstü mesh edilen) yumuşak deriden ayak giyecekleri vardı, o kadar 😊 (Mestler üzerine meshin caiz olmasının şartları arasında; mestlerin bağsız olarak ayakta durabilecek kadar katı olması, içine su almaması ve normal yürüyüşle yaklaşık 5 - 6 km. veya daha fazla yürüyüşe dayanıklı olması yer almaktadır. Bu şartları taşıyan çorapların üzerine meshetmek caizdir.)</span></p><p><span style="font-family: verdana;">Biz yine konumuza, yani İngiliz hanedanına dönelim; ingilizler, tören, gelenek, ritüel gibi konularda diğer Avrupalı akrabalarından daha hassas olmuşlar; Avrupa’daki krallık hanedanları arasında halen yağlanarak tahtı devralmayı sürdüren bir onlar kaldı sanırım. Ritüele dair objeler, semboller o derece değerli ki, ingilizler 1296 yılında İskoçlar’dan kutsal bir “taş”ı (koronasyon/kader taşı) çalarak Londra’ya getirmişler ve taçlandırma törenlerinde kullanmışlar. Bildiğin taş, ama iki halk arasında büyük bir kriz çıkarmış ve daha çok yakın zamanda, Kraliçe Elizabeth’in yönetiminde bu taş İskoçlara geri verilmiş. Taş, yine yüzlerce yıllık bir kutsal bir obje olan “Kral Edward’ın Sandalyesi” altına yerleştirilmiş ve kral/kraliçe taşla taçlandırılmış bu özel sandalyede otururken yağlanmış.</span></p><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgopk4yBhUjmQOxlRPCZvl9JnjTEzAmBfIcseSscv456ufCifndRpGMwtgG8CjC_PitDZ-3l7tee8i3Kx5tjNPAqxNXkeERwtlRNKUVOyxMaWPNKO6CL9l249lmTU4hqdYcFqahUF4M0G5w26dWkiDt9B-6Qwqw0OV7zJ1UtMIGjrjdhzT4fcjH_p5uzw/s900/edinburgh04.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="608" data-original-width="900" height="432" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgopk4yBhUjmQOxlRPCZvl9JnjTEzAmBfIcseSscv456ufCifndRpGMwtgG8CjC_PitDZ-3l7tee8i3Kx5tjNPAqxNXkeERwtlRNKUVOyxMaWPNKO6CL9l249lmTU4hqdYcFqahUF4M0G5w26dWkiDt9B-6Qwqw0OV7zJ1UtMIGjrjdhzT4fcjH_p5uzw/w640-h432/edinburgh04.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yıllaaaar önce Edinburgh Sarayı'nı ziyaret ettiğimde "coronation stone" henüz iade edilmemişti...</span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Diyeceksiniz ki, İngiltere kralın yetkilerini en çok sorgulayan, bir anayasayı, parlamentoyu ilk kez hayata geçiren, halkın sesini yönetime yansıtan kraliyetlerin başında geliyor. Bunu nasıl açıklayacaksın? Bir taraftan, “kralın kutsal yönetim hakkı” çerçevesinde, hanedan parlamentoya hiç bir şekilde hesap vermek zorunda değil. Çünkü yetkisini en tepeden alıyor, “halk” da kim oluyor? Ama bir taraftan da, halkın tercihlerini yönetime en etkin yansıtmayı başaran yönetime sahip. Bu konuyu Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” kitabı pek güzel anlatır. İşin ilginci, parlamento ve halk adına, İngiliz İç Savaşında kraliyeti tepeleyen ve yönetimi ele geçiren Oliver Cromwell, tacı giymeyi reddetse de “coronation” töreni yaptırmayı kabul etmiş, çünkü ne kadar kraliyet karşıtı da olsanız yağlanmadan İngiltere’ye hükmetme hakkını alamıyorsunuz! </span><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Meshedilme törenlerinde kullanılan yağın özel bir formülü var; bana kalsa sızma zeytinyağı yeter, ama ingilizlerin formülü portakal, yasemin, gül ve tarçın da kullanılan özel bir bileşim. Haliyle oldukça pahalı bir tören olduğunu söyleyebiliriz. Elizabeth’in zamanında 1,57 milyon pound’a mal olan taç giyme töreninin bugüne eskale edilmiş rakamlarla 45 milyon pound civarında tuttuğu tahmin ediliyor. Bunun olsa olsa 50 pound’u yağ içindir, kalan masraf nedir, anlamış değilim? </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeZcedn13npSNsidzblOssVt1egSlcVzckIfgBzwTbDTVSyfoOHmlVVy2lzuCRbuTXjGNpZfwTGIuosLlPW4rfnZXPGDf22GUxUdvE-JKhRwSUS-ysKXrXnc4eG-EpFp9F8DnYVB3HIqPQHnvCCuX1FI_YD1nkGveOOKN3cape4P7VtKytIP6qzMAcXw/s959/Royal_Standard_of_the_United_Kingdom.svg.png" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="959" data-original-width="891" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeZcedn13npSNsidzblOssVt1egSlcVzckIfgBzwTbDTVSyfoOHmlVVy2lzuCRbuTXjGNpZfwTGIuosLlPW4rfnZXPGDf22GUxUdvE-JKhRwSUS-ysKXrXnc4eG-EpFp9F8DnYVB3HIqPQHnvCCuX1FI_YD1nkGveOOKN3cape4P7VtKytIP6qzMAcXw/w371-h400/Royal_Standard_of_the_United_Kingdom.svg.png" width="371" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Kraliçe'nin cenaze töreninde tabutun üzerine örtülen Birleşik Krallık flamalarından; sanki majestelerinin göğüslerinin yağlanarak kutsal hükmetme hakkının verildiğini hatırlatmak ister gibiler... </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Netekim, önümüzdeki aylarda Kral Charles’ın yağlanma törenini izleyip göreceğiz. Bu tören, geleneksel olarak bir önceki kral/kraliçenin ölümünden hemen sonra yapılmazmış; çünkü neşeli, coşkulu bir tören olacağından yas havasının dağılması beklenirmiş. Tahmin edeceğiniz üzere, kraliçenin cenaze töreni için yıllar öncesinden eylem planları hazırlandığı gibi, Charles’ın (Allah uzun ömür versin) yağlanma seremonisi de “Operation Orb” adıyla çoktan planlanmış.</span></p><p><span style="font-family: verdana;">Ancak Charles’ın töreninin annesininkine göre çok daha sade ve basit düzenlenmesinin öngörüldüğü yazılıp çiziliyor. Charles, bu törenin temel olarak bir İngiliz Kilisesi merasimi olarak kalmasını, ama farklı inanç ve etnisitelerin de törende temsil edilmesini istemiş. Nasıl olacaksa? Kralı yağlarken bir de Ayet-el Kürsi mi okuyacaklar? Sonuçta koronasyon tamamen Anglikan Kilisesi’ne ait bir ritüel. </span></p><p><span style="font-family: verdana;">Peki, dünyanın giderek sekülerleştiği, modernleştiği, materyalistleştiği bir çağda bu törenler niye halen sürdürülüyor dersiniz? Cevabını başta Harari olmak üzere modern tarihçi ve sosyologlar veriyor; insanlığın bir öyküye, üst-anlatıya, gizemli olana ihtiyacı devam ediyor. Günün sonunda, din, mitoloji, ezoterizm iyi satıyor. Konuya Netflix’in The Crown dizisi 5. Bölümü ile girmiştik, aynı bölümün sonunda, töreni sunan televizyon yorumcusunun konuşması ile kapatalım; </span></p><p><span style="font-family: verdana;">“Yağlar ve yeminler, küreler ve asalar. Simge üstüne simge. Akıl sır ermeyen, esrarlı ve gizemli ayinler ağı ortalığı öyle bulandırıyor ki. Hiçbir din adamı veya tarihçi bu işi tamamen anlamlandıramaz. İlk bakışta çılgınlık, ama tam aksine, çok mantıklı. Büyü varken şeffaflığı kim ister? Şiir varken düzyazıyı kim ister? Şu an duvağı kaldırdığınızda ne görürsünüz? Ortalama bir yetenek ve düşük hayal gücüne sahip sıradan genç bir kadın (Elizabeth). Fakat onu böyle sarmalayıp yağla kutsadığınızda ne görürsünüz? BİR TANRIÇA”</span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-10393465199632516062022-08-16T11:00:00.003+03:002022-08-16T11:00:42.708+03:00YASSAH ŞEHİR, YASAK SARAY <p><span style="font-family: verdana;">Cefakar dünyamızın yeterince derdi yokmuş gibi Asya’nın bir köşesinde Çin ile Tayvan da horozlanmaya başlayınca tadımız iyice kaçtı. Enflasyondan turizme her pohu bilir değerli analistlerimiz henüz Rusya-Ukrayna savaşını yeteri kadar çözümleyememişken ekranlarda haritalar değişti, Tayvan Boğazı ve çevresine doğru sopaları sallamaya, tükürükler saçmaya başladılar. Haliyle, Tayvan krizi konusunda yorum yapmayanı, fikri olmayanı dövüyorlar. Ben de hem Çin’e, hem Tayvan’a gitmiş bir siyaset, strateji, dış politika, ekönömi ve turşuluk hıyar uzmanı olarak görüşlerimi açıklamak, konuyu kısaca irdelemek ve rendelemek istedim. Önce hemen sadede gelip krizin sebebini yazayım; konu Çin’in Tayvan’a kaçırılan tarihi hazinelerini geri almak üzerine bir itişmedir; kısaca çeyiz/takı krizi diyebiliriz.</span></p><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCAD6mT15rqy-XFlBL6EA5cZR80DtTXFmyE2yrRUjbKZCs5QdB0oa_h8E-4Bysm7kZROOyghnRX9JEicyO8eSTlej2K3PphGLbiskLc4nN8SA9dIffm5mwtUKhRDU-jY9yEhsKI8oJSPV5kd3yUBqe6dW-UEi8lTQbp3g-e8BIAuepG-plS9ZjEO9uBg/s1280/pk01.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="759" data-original-width="1280" height="380" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgCAD6mT15rqy-XFlBL6EA5cZR80DtTXFmyE2yrRUjbKZCs5QdB0oa_h8E-4Bysm7kZROOyghnRX9JEicyO8eSTlej2K3PphGLbiskLc4nN8SA9dIffm5mwtUKhRDU-jY9yEhsKI8oJSPV5kd3yUBqe6dW-UEi8lTQbp3g-e8BIAuepG-plS9ZjEO9uBg/w640-h380/pk01.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Üstte Pekin Yassah Şehir, altta Taipei Yasak Saray</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Nasıl yani? Şincik, iki ülkenin (veya tek ülkenin, ikisi de oricinal Çin olduğunu iddia ediyor) yakın tarihine çok kısaca bakmak gerek. Çin’in son 100-150 yılı oldukça sıkıntılı, fazla detaya girmeyeyim; büyük bir karışıklık döneminin ardından 1912’de Çin Cumhuriyeti kurulur ama sular durulmaz. Japonya Çin’e dalar, fiilen yönetimi ele geçirir, bir ara kukla bir imparatoru tahta oturtur (meşhur “son imparator”), ardından ikinci dünya savaşı çıkar, ortalık iyice karışır, Japon işgaline karşı Çin’in farklı güçleri (komünist Maocular ile Milliyetçi Chiang Kai-Shek’ciler) birlik olup işgal güçlerini tepeler. Ancak, ezelden düşman iki tarafın birbirine girmesi kaçınılmazdır. Nitekim 2. Dünya Savaşından sonra çile bitmez, Çin İç Savaşı başlar, Mao ve komünistler galip gelir, Shek ve taraftarları Formoza adasına kaçmak zorunda kalırlar. </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgJN42vvlFD0KulGVpGlbzDoLIpsM8GaJSyCh7_BXoCOr040fwq6tu4sT2hWmu6CJ2ca9g6brNDCKxaeECJ6UG5LO0Z_C55CxQBT1DmO6cCEEzjVmBpX4LojRgkqd2vK2HZ5z-UJmAqW2n2O9bJDS-W55yu5T1jj_qXisNUy82LTnZAPdQsfcdXFXP6_A/s1024/pk22.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="746" data-original-width="1024" height="466" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgJN42vvlFD0KulGVpGlbzDoLIpsM8GaJSyCh7_BXoCOr040fwq6tu4sT2hWmu6CJ2ca9g6brNDCKxaeECJ6UG5LO0Z_C55CxQBT1DmO6cCEEzjVmBpX4LojRgkqd2vK2HZ5z-UJmAqW2n2O9bJDS-W55yu5T1jj_qXisNUy82LTnZAPdQsfcdXFXP6_A/w640-h466/pk22.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>ÇHC'nin meşhur kızıl muhafızlarının gençlik kolları tarafından gözaltına alındım :)</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhcGmYijjhc6hFwzxd90I0jkgxQj9M7rx0dmfQem70yA8WRzJXTKIArKynUECktcKryCV_toDDj3WoaV0G3XflALRLbshq6b6RC84TUwBrxIneY_TzpookJnRmfU9s3BYDgJzy1-9lEvEvEJZanhZux_TwTC1hUdMaUCVxvM_8px2HHuwZu6QN9IQyw8g/s1106/pk275.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="733" data-original-width="1106" height="265" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhcGmYijjhc6hFwzxd90I0jkgxQj9M7rx0dmfQem70yA8WRzJXTKIArKynUECktcKryCV_toDDj3WoaV0G3XflALRLbshq6b6RC84TUwBrxIneY_TzpookJnRmfU9s3BYDgJzy1-9lEvEvEJZanhZux_TwTC1hUdMaUCVxvM_8px2HHuwZu6QN9IQyw8g/w400-h265/pk275.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Bugünkü krizden yıllar önce bile Pekin metrosu vagonlarının monitörlerinde yassah şehir önünde gövde gösterisi yapan ÇHC ordusu videoları gösteriliyordu</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjPKNu7SpY3g4Fgclyeg-F_eKq49WCQFv0BWE0Hm59-j9N1mehjgBQodNSlrVVqvsbL_wA6xbnKkv2_HIdrHo2NZy3j7Q9P_eWLP8w0XBOHLikWvefG9F1Y-a-j9EWSpUviyk7-jVQ35Kksti8KhJS5RMKkEji_8ZjKP9ryKK_0bwaYAXDqGNITgBj6FQ/s840/pk17.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="840" data-original-width="697" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjPKNu7SpY3g4Fgclyeg-F_eKq49WCQFv0BWE0Hm59-j9N1mehjgBQodNSlrVVqvsbL_wA6xbnKkv2_HIdrHo2NZy3j7Q9P_eWLP8w0XBOHLikWvefG9F1Y-a-j9EWSpUviyk7-jVQ35Kksti8KhJS5RMKkEji_8ZjKP9ryKK_0bwaYAXDqGNITgBj6FQ/w333-h400/pk17.jpg" width="333" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yasak Şehrin girişinde Mao nöbeti aralıksız devam ediyor</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Bir de Tayvan’a bakalım; adada yüzyıllar boyunca küçük, yerli bir halk topluluğu yaşıyor, 15-16. Yüzyılda Çinliler adaya yerleşiyor, 19. Yüzyıl sonunda Japon işgali yaşanıyor. Japonlar adada çok büyük bir kalkınma hamlesine girişiyor ve ilişkiyi ciddi, uzun vadeli değerlendiriyor; şehirleşme, eğitim, sağlık, altyapı, bürokrasi vb. hamlesi. Halk çok da şikayetçi değil, çünkü önemli bir gelişme ve refah sağlıyorlar. 30’ların sonlarında Japonların asimilasyon politikası ufak ufak başlıyor, ancak ardından 2. Dünya savaşı ve Çin’in adayı geri alışı. 1945-50 arası Kai-shek ve taraftarlarının kaçışı ile Çin Cumhuriyeti adada etkisini artırıyor, adanın o sıralardaki yerlileri ile Çin anakarasından göçenler arasında büyük sürtüşmeler yaşanıyor. Hatta Tayvan’ın 28 Şubat’ı olan “228 katliamı” yaşanıyor, 20-30,000 arası ölü ve kayıp olduğu söyleniyor, komünist, muhalif ve çoğunlukla yerleşik Tayvanlılar başta olmak üzere. </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi1ZyhcRxi4gTaW25F7Bk-b1Oz9KkdozPIk0Z_niiIDdyAPwXPsqvlF_Xe2CioWJBYetCPaJhIfc3rebb2iTTZOr6wkXfTaY_I3eD9J5abNh-2p2PqZ_6QkB41gUpt79S4e1ixif5ebH6J7lcPqsDDenIfc6LLHTr9a8AeFzMKZ6eum9-LhwqW06tRCZw/s1280/tw420.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="757" data-original-width="1280" height="378" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi1ZyhcRxi4gTaW25F7Bk-b1Oz9KkdozPIk0Z_niiIDdyAPwXPsqvlF_Xe2CioWJBYetCPaJhIfc3rebb2iTTZOr6wkXfTaY_I3eD9J5abNh-2p2PqZ_6QkB41gUpt79S4e1ixif5ebH6J7lcPqsDDenIfc6LLHTr9a8AeFzMKZ6eum9-LhwqW06tRCZw/w640-h378/tw420.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Fil Tepesi'nden Taipei'ye bir bakış</span></i></td></tr></tbody></table><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVjnGg1OdKgzMNwVmsDnfSsgdgrwGFlv4CCH4OX4pGaY7yC2g9LbF7EE3zKCRHX-T9keKqLr28Bj3zYD_rYEzH3roU5S2ODHCtkU3tSbTv-Hp_0vwA3EQAPqs6O2t7hNNG7GgF0QEQWXlcN5OYlrOIYxrnAUAzH66mdJpOPN-Z6Db3luwm4dArq_FPjA/s1024/tw130.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="663" data-original-width="1024" height="259" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVjnGg1OdKgzMNwVmsDnfSsgdgrwGFlv4CCH4OX4pGaY7yC2g9LbF7EE3zKCRHX-T9keKqLr28Bj3zYD_rYEzH3roU5S2ODHCtkU3tSbTv-Hp_0vwA3EQAPqs6O2t7hNNG7GgF0QEQWXlcN5OYlrOIYxrnAUAzH66mdJpOPN-Z6Db3luwm4dArq_FPjA/w400-h259/tw130.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Taipei Chiang Kai Shek anıtı </i></span></td></tr></tbody></table><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeCk5TkrEKGdzEv_0wKoVyZe_yPpgVve1q_QUOq-yaMpp0K9K27OSeYTTspURxYuEod2KgQKUjvNHMoFJ_BHngglfF-KM4lbPp-qr2MSgCI4IMUpBfkGyLTXkJcdcmmHUMZZSogRqMe9mG8CI45NDiq-gWE6TS6LpI1walzgF_mMEtKz_G-voT4TGVYg/s1024/tw194.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="733" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeCk5TkrEKGdzEv_0wKoVyZe_yPpgVve1q_QUOq-yaMpp0K9K27OSeYTTspURxYuEod2KgQKUjvNHMoFJ_BHngglfF-KM4lbPp-qr2MSgCI4IMUpBfkGyLTXkJcdcmmHUMZZSogRqMe9mG8CI45NDiq-gWE6TS6LpI1walzgF_mMEtKz_G-voT4TGVYg/w286-h400/tw194.jpg" width="286" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>"28 Şubat" katliamı anısına yapılan Barış Parkı</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjP1RM1in6ky4blBxcrgGWuieEKyxUlOAw8yJgeu0oAEzmWoikW-rgVOnMqQLvT05tBzrQU2ZRE6Dj2o8PW43gWhD77ZjqwIfJfJm4SHh7VrSy-XGtjSFNB2CXHDAgAoz838uYIuJR0Zjidk787IgutH06Ft2nOpGv3l7YXYbBMX0b9B3I_88DDjqPccw/s1024/tw137.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="780" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjP1RM1in6ky4blBxcrgGWuieEKyxUlOAw8yJgeu0oAEzmWoikW-rgVOnMqQLvT05tBzrQU2ZRE6Dj2o8PW43gWhD77ZjqwIfJfJm4SHh7VrSy-XGtjSFNB2CXHDAgAoz838uYIuJR0Zjidk787IgutH06Ft2nOpGv3l7YXYbBMX0b9B3I_88DDjqPccw/w305-h400/tw137.jpg" width="305" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Kai Shek mozolesi</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Dediğimiz gibi Çin iç savaşı Mao’nun zaferi ile bitince Chiang Kai Sheik Tayvan’a yerleşiyor ve Çin Cumhuriyetini adadan yönetme iddiasına soyunuyor. 1950-1987 arası Tayvan’da “Beyaz Terör” dönemi olarak biliniyor; Kai Sheik ölümüne kadar (1985) sert bir baskı rejimi ile muhalif sesler susturuyor. Mao’nun Çin’i ile çekişme bitmiyor, ana kara Çin Halk Cumhuriyeti olmuş, Tayvan ise Çin Cumhuriyeti. Bir ülke-iki hükümet; uluslararası alanda Çin’i kim temsil edecek çekişmesi uzun süre devam ediyor ancak 70’lerin başında Birleşmiş Milletler ÇHC’yi resmen Çin’in temsilcisi olarak tanıyor. Tayvan uzun süre dirense de iddiası giderek zayıflıyor. Tayvan sürekli Çin kültürünün, halkının gerçek temsilcisi olma iddiasında. Dünya sahnesinde sürekli “sahte/çakma ürünler” konusunda gündeme gelen iki ülke kendi aralarında da hangisi orijinal, hangisi çakma kavgasını sürdürüyor. İki ülkenin ilişkileri iniş çıkışlı, Tayvan’ın demokratikleşmesinin ardından ana kara ile çok sıkı ekonomik ilişkiler gelişiyor, zaten Çin’in en büyük “yabancı” yatırımcısı Tayvan, turizm ilişkileri de gelişiyor ve bir dargın bir barışık yaşıyorlar. </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEirbFaujHsC_hoNCusZ46fkSPiFbUlKO2OOVPiiPA4MPmIx3LNMfn3R__134nbfvUIW1waNvnmwm1U6NEjunM-_aROrMzIflf4tBI3Q8WlFUyYu_twyglYFPyVksKobomxx686P4qGekcTAQujmpNFlPzPro1RDiRbCivz5uyRcPP-ZoX8yMs66kgjR2Q/s1280/pk222.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="669" data-original-width="1280" height="334" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEirbFaujHsC_hoNCusZ46fkSPiFbUlKO2OOVPiiPA4MPmIx3LNMfn3R__134nbfvUIW1waNvnmwm1U6NEjunM-_aROrMzIflf4tBI3Q8WlFUyYu_twyglYFPyVksKobomxx686P4qGekcTAQujmpNFlPzPro1RDiRbCivz5uyRcPP-ZoX8yMs66kgjR2Q/w640-h334/pk222.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Yassah şehire yukarıdan bir bakış</i></span></td></tr></tbody></table><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLkRAp6CqejI-mbVnKJuRi81_vInEgjwXb_kYqMiDo_qt6bxJC-51mtJtWULgKV7r_al6vFthXfiASlcGpOkSpqp3AfvrIcpkdACBoTpOQ-Q_W53BGyC58L2N9mOIx50KgEliM-GfO_g9giEljfMpkSCLSzofwwdAsugnMPvDFd81ASdDAGWhFQLnNRA/s1024/pk65.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="783" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLkRAp6CqejI-mbVnKJuRi81_vInEgjwXb_kYqMiDo_qt6bxJC-51mtJtWULgKV7r_al6vFthXfiASlcGpOkSpqp3AfvrIcpkdACBoTpOQ-Q_W53BGyC58L2N9mOIx50KgEliM-GfO_g9giEljfMpkSCLSzofwwdAsugnMPvDFd81ASdDAGWhFQLnNRA/w306-h400/pk65.jpg" width="306" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yasak şehrin sevimli muhafızlarından</span></i></td></tr></tbody></table><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><p><span style="font-family: verdana;">Tekrar krizin sebebine döneyim; efendim, günlerden bir gün Pekin’e gitmem nasip olduğunda, kısa boş zamanımı buzzz gibi bir kış gününde Yasak Şehir’i gezmeye vakfettim. İsminde büyük bir ironi yatıyor, çünkü “yasak” şehir birkaç yıl önce dünyanın en çok ziyaret edilen turistik mekanı olmuş, yani yasaklığı pek kalmamış, parasını bastıran içine giriyor. Yassah (değil) hemşerim! Söylemeye gerek yok, çok etkileyici, mutlaka görülesi bir… ne desem, kampüs, saray, şehir, külliye vesaire… Hakkında dudak uçuklatan istatistiklere ulaşabilirsiniz, yaklaşık falanca hektar alanda 1000 adet binadan, 9000 odadan meydana gelmiş, iç içe avlular, labirentvari koridorlar, meydanlar, çatılar, teraslar, adamlar vur deyince öldürmüş. Ama gezerken şöyle bir şey de dikkatinizi çekiyor; daha ziyade iç içe geçmiş, katman katman açılan bina ve avlu görüyorsunuz; pek fazla sergilenen hazine, mücevher, incik boncuk yok. </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgkjd6JAFrAsDyTGRbP6oWAvDeUolKakDnjraKwF9T7adw5RoETdI7irhlIQqM8adZYmZnFrVzegGp2gLFG6bVaI6Wd5F3D_uIKQ78U9tdfWar8kaPWNQyb4LWeFi9ods2NGPFGkxQOaTzRxCyO2nR-YesUPkxTJ1v06i_0ikbBKgheJ8q_us20aAPQRw/s1024/pk70.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="779" data-original-width="1024" height="486" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgkjd6JAFrAsDyTGRbP6oWAvDeUolKakDnjraKwF9T7adw5RoETdI7irhlIQqM8adZYmZnFrVzegGp2gLFG6bVaI6Wd5F3D_uIKQ78U9tdfWar8kaPWNQyb4LWeFi9ods2NGPFGkxQOaTzRxCyO2nR-YesUPkxTJ1v06i_0ikbBKgheJ8q_us20aAPQRw/w640-h486/pk70.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yasak Şehrin sayısız binalarından </span></i></td></tr></tbody></table><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg48e1KnAkCX4teIUZETuP9L2u41npPq3Emcw4DQ3jNASayzkm0t1v5uf6TQevptGs05uK2VCYfAJGJUSWxD_zqRIFaHffYf1dPMyAiaoedpK3HsFUi8b3sSdiMtbNfauOBQh13pA1a-NjmZrImKvteJXeJ10GgHSs7Oj_xi_kEnbrcgTMVu7fMN5AIjQ/s960/pk73.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="960" data-original-width="728" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg48e1KnAkCX4teIUZETuP9L2u41npPq3Emcw4DQ3jNASayzkm0t1v5uf6TQevptGs05uK2VCYfAJGJUSWxD_zqRIFaHffYf1dPMyAiaoedpK3HsFUi8b3sSdiMtbNfauOBQh13pA1a-NjmZrImKvteJXeJ10GgHSs7Oj_xi_kEnbrcgTMVu7fMN5AIjQ/w304-h400/pk73.jpg" width="304" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yasaklasak da mı saklasak? </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Ben de buz gibi havada mabadım donmuşken şöyle kapalı bir sergi mekanı aradım, hem ısınır dinlenirim diye, ama tek bulabildiğim bir “saat evi” oldu. Yüzyıllar boyunca hem Çin’de, hem batı dünyasında yapılmış masa saatleri, duvar saatleri, dev mobilya saatler vesaire… Çok etkileyici bir koleksiyondu, ama Yassah Şehir’ın asıl hazinesini görememiştim. Hani olur ya, Kaşıkçı elması, Topkapı Hançeri gibi ikonik eserler. Bir iki sorup soruşturduğumda dediler ki, “abi, onları bizim eski yavuklu kaçarken yanında götürdü”. Nasıl yani dedim, ve anladım ki evden kaçarken çeyizini, takılarını yanına alan gelin misali, Chiang Kai-Shek abimiz Tayvan’a uzarken saraydaki hazineyi, yükte hafif pahada ağır ne varsa toparlayıp götürmüş. Aslında olayın altyapısı zaten hazırmış; çünkü taaa Japon işgali sırasında, Yassah Saray’ın en değerli koleksiyonunu kutulayıp güvenli yerlerde saklamışlar. Sonunda iş ülkeyi terk etmeye gelince altını, gümüşü, yeşimi, porseleni toparlayıp Tayvan’a indirmişler.</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihcadnTsoxEvmx3Wji7cjgQ3wXFBAzLTIsK1FYsnYQUYOSHfjHOqa7uHm7BfzIpMh8tUuHQ4mhd1xuE-fxYrd5ipezo3ECFjOgxzpzr_m6sDkChDx8HD1NERDxoQOXbWs5JLVu5tq0qQUxu-jpd3uPgxJ8PBbPIWLaUjjq0guE6E5GO4WBJTHBo8e-eA/s1024/pk140.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="741" data-original-width="1024" height="464" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihcadnTsoxEvmx3Wji7cjgQ3wXFBAzLTIsK1FYsnYQUYOSHfjHOqa7uHm7BfzIpMh8tUuHQ4mhd1xuE-fxYrd5ipezo3ECFjOgxzpzr_m6sDkChDx8HD1NERDxoQOXbWs5JLVu5tq0qQUxu-jpd3uPgxJ8PBbPIWLaUjjq0guE6E5GO4WBJTHBo8e-eA/w640-h464/pk140.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Saat koleksiyonuna ev sahipliği yapan bina</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRiA0su6ey7ERmK6KkJpBNAdIAAIj-iSriV03DtTTCgsEkgk0E8o14kBD8EW2_jBrWYd6Eb9iiMchpjN4lFxPGImW0Yc1KlPOQ2ZfoCIzystyUIce1JO29tEHriAHhJ282ZoGhYgiMiqrEYKlsZJYsCdh6QNHvRAkwu0Qar_qcPdonsjjg-bYQUDLXyw/s1262/pk134.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i><img border="0" data-original-height="1262" data-original-width="856" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRiA0su6ey7ERmK6KkJpBNAdIAAIj-iSriV03DtTTCgsEkgk0E8o14kBD8EW2_jBrWYd6Eb9iiMchpjN4lFxPGImW0Yc1KlPOQ2ZfoCIzystyUIce1JO29tEHriAHhJ282ZoGhYgiMiqrEYKlsZJYsCdh6QNHvRAkwu0Qar_qcPdonsjjg-bYQUDLXyw/w271-h400/pk134.jpg" width="271" /></i></span></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>İngilizler tarafından Çin tarzında yapılıp hediye edilen antika bir saat</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Pekin ziyaretinden bir süre sonra Tayvan’a gitmek nasip olduğunda, boş bir zamanımda “Milli Saray Müzesi”ni ziyaret etmeye niyetlendim. Tayvanlı ev sahibimiz “ooo, çok iyi karar, çünkü Çin’in gerçek hazinesi, kültür birikimi bizde, bunları Çin’de göremezsiniz” dedi. Evet biliyorum, Pekin’de yassah sarayı gezdim, içerisi tam takırdı, ne var ne yok çökmüşsünüz maaşallah” dedim. Tayvanlıların argümanı da diplomatik söylemleri ile paralel; “bu hazineyi getirmesek iç savaş sırasında yağmalanırdı, hatta Mao’nun kültür devrimi sırasında meydanlarda yakılırdı” gibi… Zaten Tayvan’ın uzun yıllardır gerçek Çin kültürünü, dilini, mutfağını temsil ettiklerine dair iddiaları biliniyor (örneğin, ÇHC’nin “Basitleştirilmiş Çince” diye bir alfabeyi adapte ettiğini, Tayvan’da ise geleneksel ve harbi Çince’nin devam ettirildiğini söylerler) </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhr3goiaiSZKCt8ak69ALHlD_gs-oQfCbfdriDoZba_OXu72y0v3jxt8mvgvgX01uzUw4JjJfSrbdG6cUUrtKI99-VwrV0cGFo9rioFGAg-ARHzD0-PDTlxBAiiPBMFj-_2vPAMdtksgG1Gcq6e_v3IMfVpp9KrlOyWIBf6XKP2Yud6xCcZCoN02p1RrQ/s1024/pk94.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="761" data-original-width="1024" height="476" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhr3goiaiSZKCt8ak69ALHlD_gs-oQfCbfdriDoZba_OXu72y0v3jxt8mvgvgX01uzUw4JjJfSrbdG6cUUrtKI99-VwrV0cGFo9rioFGAg-ARHzD0-PDTlxBAiiPBMFj-_2vPAMdtksgG1Gcq6e_v3IMfVpp9KrlOyWIBf6XKP2Yud6xCcZCoN02p1RrQ/w640-h476/pk94.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Sarayın muhteşem avlularından</span></i></td></tr></tbody></table><p><i><span style="font-family: verdana; font-size: medium;"></span></i></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi99AQYjkMhxlu2Nsvi__v2Gh4R4VBM9EhiY5iGKu2TMem295LxXCTLwa8R2zZfUwZUe8DM8ffBNpFKtLOyho0Nw9uo_94RS0Dqie4hk3WpMsA637_L1QPy_w-WCy197cVGv2yqZVGYX0hztKVGW2mKKGkVI-blcI0qqQz5IbzzGmKuBfohBwZv4byhYA/s1024/pk89.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="703" data-original-width="1024" height="275" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi99AQYjkMhxlu2Nsvi__v2Gh4R4VBM9EhiY5iGKu2TMem295LxXCTLwa8R2zZfUwZUe8DM8ffBNpFKtLOyho0Nw9uo_94RS0Dqie4hk3WpMsA637_L1QPy_w-WCy197cVGv2yqZVGYX0hztKVGW2mKKGkVI-blcI0qqQz5IbzzGmKuBfohBwZv4byhYA/w400-h275/pk89.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Yasak şehirden renkli detaylar</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgAuscDOEAz6xTrWh8gPf3P8Y6feFl4oACWL1H1avy4dqVsbchs7SyuL7nu2pp4kE44-5U_GQYkCEWOi9DkScqmu-ODwN6GC2GzvFAs1W_x80mnILWK6KLyrMeAAXDP9WDq5dCEJ0YIZ48EnG4gnH2sXRMYmLVTCfuuUhh4dMWSdQGPJKDf4IjVFVaKiw/s1024/pk151.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="737" data-original-width="1024" height="288" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgAuscDOEAz6xTrWh8gPf3P8Y6feFl4oACWL1H1avy4dqVsbchs7SyuL7nu2pp4kE44-5U_GQYkCEWOi9DkScqmu-ODwN6GC2GzvFAs1W_x80mnILWK6KLyrMeAAXDP9WDq5dCEJ0YIZ48EnG4gnH2sXRMYmLVTCfuuUhh4dMWSdQGPJKDf4IjVFVaKiw/w400-h288/pk151.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Tayvan'a kaçırılamamış mobilyalarla döşeli bir oda </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Çin’in imparatorluk hazinesi Tayvan’a getirilince koleksiyonun şanına yaraşır bir müze yapmaya girişmişler. 1965 yılında bugünkü “Milli Saray Müzesi” binası tamamlanmış ve ziyarete açılmış. (Milli Saray = Yassah Saray). Yasak şehirde neyin yasak olduğunu anlamamıştım, ama Milli Saray Müzesinde fotoğraf çekmek yasak. İçeriyi gönlünce gezip temaşa eyleyebiliyorsun, ama resim çekmek yok. Olabilir, haklılar… Çin İmparatorluk hazinesinin yaklaşık 700,000 parçası, hem de en seçkin ve değerli olanlar bu güzel müzede sergileniyor. 700,000 parçanın hangi birinin fotoğrafını çekeceksin? İlerleyen yıllarda ÇHC sürekli koleksiyonun kendilerine geri verilmesini talep etmiş, ama Tayvan ısrarla reddetmiş, hatta hazinenin kendilerinde bulunmasının, Çin’in gerçek ve yasal temsilcisi oldukları savını güçlendirdiğini bile iddia etmişler. </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEFisVxuiCHUwczflvSwrJ5D2_3rP6kSQa3wctazQ-1bvR7Mu2zG1SawYm1SShALYd9P07mXdUGOAuAafkVPCMiBSk_kNCQuFZN_gOnXtfytGtVBbg6xskLCOGAYCUQWVPva88N2PtP1cYAsa8O_5EV--0PcPVG_D66_nZYwrT3GQ2dtzcYBWJ0TO_2w/s1024/pk178.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="878" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEFisVxuiCHUwczflvSwrJ5D2_3rP6kSQa3wctazQ-1bvR7Mu2zG1SawYm1SShALYd9P07mXdUGOAuAafkVPCMiBSk_kNCQuFZN_gOnXtfytGtVBbg6xskLCOGAYCUQWVPva88N2PtP1cYAsa8O_5EV--0PcPVG_D66_nZYwrT3GQ2dtzcYBWJ0TO_2w/w343-h400/pk178.jpg" width="343" /></span></i></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Bir avludan diğer avluya açılan avluya açılan avluya açılan.......</span></i></td></tr></tbody></table><p><i><span style="font-family: verdana; font-size: medium;"></span></i></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSWKEy1nusfXvnCeqsaptsyWuiD36ScsWnqX9Qe4FDTn4aFrgM11-wcveEISTe3P-BNbxVBsNSN32fzXzLYr2zKtslzpJBXoKAn97CBfTAN2Xi-cKInjrKvGP7elU2x_VZPVjWjSPCowf1kEKLZvxZxMW8ge4htT3E5glSr4z18mEjIi1VChd3v5ykUg/s1024/pk83.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="721" data-original-width="1024" height="281" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSWKEy1nusfXvnCeqsaptsyWuiD36ScsWnqX9Qe4FDTn4aFrgM11-wcveEISTe3P-BNbxVBsNSN32fzXzLYr2zKtslzpJBXoKAn97CBfTAN2Xi-cKInjrKvGP7elU2x_VZPVjWjSPCowf1kEKLZvxZxMW8ge4htT3E5glSr4z18mEjIi1VChd3v5ykUg/w400-h281/pk83.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Bronz turnam, bizim ele varırsan....</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Müzeyi gezerken iyi bir planlama yapmak gerek; sergilenen objeler hem niteliklerine hem de hanedanlık dönemlerine göre kategorize edilmişler. Çin uygarlığından tahmin edebileceğiniz üzere seramik ve porselen ürünler, bronz objeler, kaligrafi ve el yazması eserler, tablolar, kumaşlar, dini heykel ve figürler müzeyi kaplamış durumda. Ama, müzenin en çok ilgi gören ve dünyadaki benzer hazine sergilerinden ayıran, ziyaretçilerin en çok yoğunlaştığı bölüm yeşim taşı eserleri. Yeşim, Çin başta olmak üzere güneydoğu Asya’da binlerce yıldır büyük değer verilen bir eleman. Sertliği, görkemi ile halkın takdirini kazandığı gibi, üstün metafizik nitelikleri, ruhu, batıni güçleri olduğuna da inanılıyor. O yüzden gerek takı ve mücevher yapımında, gerekse de dini objeler, hatta silah ve gündelik eşyalara kadar kullanım alanı genişlemiş. Yeşim taşının yaygın rengi yeşil olsa da, büyük farklılık gösterebilen tonları, sarıya, kızıla, kahverengiye ve beyaza kayabilen renk skalası ile her daim hayranlık uyandırmış.</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgmk4prL_0S_GhmUoCqb1G5bdhdqeUn4alFlNDdZEXFFUI122_PCb8axp528OG6YvJJxLuaSOGRzECfglsX_vZJE5_ZvXZ5VCDVxTroMs52x7E-P78_TWVRegkXykssZc4cKPQIlj3J4Qyo0wD_j0WcuFApXobpqLejTV1hykZc1yZRKC_Q-QnltVrSyg/s1024/pk104.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="751" data-original-width="1024" height="470" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgmk4prL_0S_GhmUoCqb1G5bdhdqeUn4alFlNDdZEXFFUI122_PCb8axp528OG6YvJJxLuaSOGRzECfglsX_vZJE5_ZvXZ5VCDVxTroMs52x7E-P78_TWVRegkXykssZc4cKPQIlj3J4Qyo0wD_j0WcuFApXobpqLejTV1hykZc1yZRKC_Q-QnltVrSyg/w640-h470/pk104.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Bir çatı aktarması işi çıksa tüm Çin vatandaşlarına istihdam sağlanır</span></i></td></tr></tbody></table><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEix6PvtV_bOmjCuF0swJi9MZzIhDiHkgnWzdpQhAL2COxUkAopj1G8KYfdD-TX2lymF9btMW-legDhZK-UNAumJQawQnWVYUBEtyVOb1yQjxDHeppoG0k43BIf7tZJjER6zmrdL3scmxnlMpyKIL3ZZiVNeQDxDeR44vokTYb0lZV084VMVCTfrMHV6sg/s1024/pk200.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="964" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEix6PvtV_bOmjCuF0swJi9MZzIhDiHkgnWzdpQhAL2COxUkAopj1G8KYfdD-TX2lymF9btMW-legDhZK-UNAumJQawQnWVYUBEtyVOb1yQjxDHeppoG0k43BIf7tZJjER6zmrdL3scmxnlMpyKIL3ZZiVNeQDxDeR44vokTYb0lZV084VMVCTfrMHV6sg/w376-h400/pk200.jpg" width="376" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Kim bilir kaç hanedana tanıklık etmiş koca ağaç...</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Milli Saray Müzesinde yeşim taşından oyulmuş inanılmaz görkemde eserler var, ama her müzenin illa ki bir “Mona Lisa”sı olacak. Bilirsiniz, milyonlarca insan Louvre müzesine gider, her biri üstün nitelikte binlerce tablonun önünden kısacık bir bakış atmadan, koşturarak geçer ve Mona Lisa ile selfie çektirebilmek, uzaktan bir bakabilmek için kuyruklar oluşturup izdiham yaratırlar. Mona Lisa kötü bir tablo değildir elbet, ama sanat tarihinden tamamen habersiz bir insanoğlunu Louvre’a sokup en beğendiğin tabloları seç deseler ilk yüze bile girmeyeceğinden eminim. Algı ve marka işte… Tayvan’daki Saray Müzesi’nin de bir mona lisa’sı var; yeşimden lahana! Yeşim galerisinde insan evladının sert bir taştan nasıl oyup işlediğine hayret edeceğiniz nice eserler varken, lahananın teki bütün sahneyi çalmış ve önünde kuyrukların, izdihamın yaşandığı baş köşeye kurulmuş. Gel de çık işin içinden…</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEguxczU4GG8PN0Lyd2yGDfg5KC_kO6mnhJgpmx4R40R_G1aS1fYwOShXpZ5TxHynA4EX1pfQuqcS7fPQflYwsIqFp8RU0xL2gdYwRkgGZiy2hQKq3PFPD4SnezeYVpcxYg9bIKojUm2BCfztVx6uEjl27PjCifeDZm9QxI4gX0xywkAw1B8cYprJjCYYg/s1024/tw354.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="877" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEguxczU4GG8PN0Lyd2yGDfg5KC_kO6mnhJgpmx4R40R_G1aS1fYwOShXpZ5TxHynA4EX1pfQuqcS7fPQflYwsIqFp8RU0xL2gdYwRkgGZiy2hQKq3PFPD4SnezeYVpcxYg9bIKojUm2BCfztVx6uEjl27PjCifeDZm9QxI4gX0xywkAw1B8cYprJjCYYg/w343-h400/tw354.jpg" width="343" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">İçinde fotoğraf çekmek yasak, dışında çekelim...</span></i></td></tr></tbody></table><p><i><span style="font-family: verdana; font-size: medium;"></span></i></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHiXI8yik08KRueljipj5J3avo1y-e5QKRTgfSshByDSqqjVXh427hSI5sIwU47xvow2Eo5QlPh_-4pfrV92VGkaB8WIRHZAK_ENjTuty908Qj_vHdOqMHoB1IY4aQnFUT78v3yvWimC2UmM6NeP_6z74h-tfT2b0kFosiStNRpAeXwT8CDCsleEE52g/s1024/tw143.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="731" data-original-width="1024" height="285" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHiXI8yik08KRueljipj5J3avo1y-e5QKRTgfSshByDSqqjVXh427hSI5sIwU47xvow2Eo5QlPh_-4pfrV92VGkaB8WIRHZAK_ENjTuty908Qj_vHdOqMHoB1IY4aQnFUT78v3yvWimC2UmM6NeP_6z74h-tfT2b0kFosiStNRpAeXwT8CDCsleEE52g/w400-h285/tw143.jpg" width="400" /></a></div><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Aşağıda gördüğünüz lahananın en önemli özelliği, rengi beyazdan yeşile değişen yekpare bir yeşim taşından oyulması; bu haliyle bir Çin lahanasının doğal renkleri ile tamamen örtüşüyor. Bir de, lahananın üst yaprakları arasına oyulmuş, çok zor fark edilen (ben hala göremedim) çekirgegillerden bir böcük varmış. Lahananın sanatçısı bilinmiyor; öyle çok eski, tarihi anlam ve önemi olan bir eser de değil, 19, yüzyılda yassah şehire gelin gelen binlerce kızımızdan birinin çeyizinde bulunan bir süs objesi imiş. Ama işte rabbim bir eserin önünü açarsa, Mona Lisa gibi, yürü ya kulum kategorisinden dünya çapında meşhur olabiliyorsunuz. Bu eser için de üretilen efsanelerin, yakıştırılan niteliklerin ucu bucağı yok; beyaz kısmının saflık ve temizliğinden, objenin genel görünümünün vajinal bir bereket ve doğurganlık, bol ve sağlıklı nesiller müjdelediğine dair neler neler anlatılmış.</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjcfiE3uqfrwo9uiplPInBNeBYpxD8v6knhLzIhfhsMi0-QN68jdb3PBIX-xYy83-JbyjFBB55piZGVmtm4BF_-PCwdmgg8De6YBW7Q8jit9fCRWR7pEhb4_nfmb7rBIXgNkn9P5J81MD84Zocmha3QrywA0h0nN-tD737nivzO5wMWJvjMLBcpqa5A9w/s884/Jade_cabbage.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="884" height="434" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjcfiE3uqfrwo9uiplPInBNeBYpxD8v6knhLzIhfhsMi0-QN68jdb3PBIX-xYy83-JbyjFBB55piZGVmtm4BF_-PCwdmgg8De6YBW7Q8jit9fCRWR7pEhb4_nfmb7rBIXgNkn9P5J81MD84Zocmha3QrywA0h0nN-tD737nivzO5wMWJvjMLBcpqa5A9w/w640-h434/Jade_cabbage.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Meşhur Çin Lahanasının kendisi ve yeşimden oyması</span></i></td></tr></tbody></table><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSZEwXL9CNYCoJVOav7yNmvDYEOvxHaY8C6FyC9vSS8KyPsIw5uYQEDtTwNm0ztxpgwxv4mfoQR9TSOTQ80PmJuYOp8pyZJh1gEUFeR-4f61CP7Pp8MleAZsl4MgoiFG_K9sYArvux3F4yyj3WQyWzMLQTgrZuzabGq3LUtaJBh0BoSADpLRXyAlp9-g/s1024/tw366.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="796" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSZEwXL9CNYCoJVOav7yNmvDYEOvxHaY8C6FyC9vSS8KyPsIw5uYQEDtTwNm0ztxpgwxv4mfoQR9TSOTQ80PmJuYOp8pyZJh1gEUFeR-4f61CP7Pp8MleAZsl4MgoiFG_K9sYArvux3F4yyj3WQyWzMLQTgrZuzabGq3LUtaJBh0BoSADpLRXyAlp9-g/w311-h400/tw366.jpg" width="311" /></span></i></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yeşim lahanayı gördükten sonra müze restorana gidip yemeğini yemek adettendir</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Müzeyi gezdiniz, gözleriniz yeşime doydu, yoruldunuz ve acıktınız. Hemen yandaki müze restorana girip bir şeyler yemenizi tavsiye ederim, peki ne yiyeceğiz derseniz menüdeki bir numaralı seçenek az önce gördüğünüz yeşim lahanası model alınarak hazırlanan lahana yemeği! Yapmasalar ayıp olurdu, başka şey sipariş etseniz adamı döverler zaten… Tabii ki tek başına doyurmaz, ama yememek de olmaz. Yemekten sonra müzenin geleneksel bir Çin bahçesi şeklinde tasarlanmış muhteşem bahçesini gezmeden ayrılmayın. Bahçenin peysajı, sular, köprüler, teraslar, balık ve bitkiler tabii ki nefes kesici. Bahçenin “tanımlanmış” 8 adet manzara noktası var, buralarda durup etrafınızı temaşa eylemeniz bekleniyor (“resmi manzara noktaları” konusunda Japon Ne Yapmış kitabımda teferruatlı malumat mevcut). Bahçeyi de gezdiyseniz artık ufak ufak ikileyin, daha Taipei’de gezip görülecek bir çok yer var…</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFmQECg9iogvHn1IFtqON67bu-ixfcTMJwPMH5oDfIdvXUd2fsQW1yMbOkSE1n9iE32k2r-xl7vyw0xc8n-hElwMk7egGLYirKUtPZnNNIqm9_SxQbdSc6sRJ4NheJcdGMIQ991cqcPUGAWvU4FxS4Z1FBEGC8_gPXWS9Ew4HYFrbWJ4pOBHolDTdZlQ/s1024/tw376.jpg" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="721" data-original-width="1024" height="450" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFmQECg9iogvHn1IFtqON67bu-ixfcTMJwPMH5oDfIdvXUd2fsQW1yMbOkSE1n9iE32k2r-xl7vyw0xc8n-hElwMk7egGLYirKUtPZnNNIqm9_SxQbdSc6sRJ4NheJcdGMIQ991cqcPUGAWvU4FxS4Z1FBEGC8_gPXWS9Ew4HYFrbWJ4pOBHolDTdZlQ/w640-h450/tw376.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Müzenin muhteşem bahçesi</span></i></td></tr></tbody></table><p><span style="font-family: verdana;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhqVFY9SvvB34xJTEVwwl9tV6HH6bRjubezH7qaWqzCqCXfgdTK_am0KK3RJvmQsoIZTgsJfevU2MfN1kDNH7R1W-BQfbUIhexLFKXGKlqtyw69Y9X3NLEzi_w4dF_5HYUPPwQzHa8gYR0o6gbrIPxOxCZ1gXZAaa_VWR8gxlAlaGCx7g1ZQlffhP_HEg/s1024/tw383.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="726" data-original-width="1024" height="284" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhqVFY9SvvB34xJTEVwwl9tV6HH6bRjubezH7qaWqzCqCXfgdTK_am0KK3RJvmQsoIZTgsJfevU2MfN1kDNH7R1W-BQfbUIhexLFKXGKlqtyw69Y9X3NLEzi_w4dF_5HYUPPwQzHa8gYR0o6gbrIPxOxCZ1gXZAaa_VWR8gxlAlaGCx7g1ZQlffhP_HEg/w400-h284/tw383.jpg" width="400" /></a></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyJqMGp-Jd6SY_p4a0v_Ho6Awzxc0V8LHD2EkIOKYK4MTq1w1MLje-xL_kzt6Hj8pN8aOzZBUJOMFosfS1e31VW7jxPdVab0b7bTN3HyFQur53zoZ9yu_h-OSRYEFguyq6nDJnsw07CyurUNsEvA9m2nl5YwuIo6pO7BI9E-ot-xXXplJsiYwfat9r7A/s1024/tw386.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="726" data-original-width="1024" height="284" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyJqMGp-Jd6SY_p4a0v_Ho6Awzxc0V8LHD2EkIOKYK4MTq1w1MLje-xL_kzt6Hj8pN8aOzZBUJOMFosfS1e31VW7jxPdVab0b7bTN3HyFQur53zoZ9yu_h-OSRYEFguyq6nDJnsw07CyurUNsEvA9m2nl5YwuIo6pO7BI9E-ot-xXXplJsiYwfat9r7A/w400-h284/tw386.jpg" width="400" /></a></div><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhrXG_3I3VJG2vGpGUtiG8WZKWnX651lL_MIoiYGEdi-Z4cJQva9AJJtOacnk7NCHyWGF1tVDG1isZ8gs8Tje8NrsjZSgbGxsK2RagbxTre05KrHN1A0Nd6t0eMO72bmMMwzu-7oNl8mvDi23vFZsAja3UndFgcQMyuVuujEveRgZ17hUbbkYH5Ba1weQ/s1024/tw399.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="796" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhrXG_3I3VJG2vGpGUtiG8WZKWnX651lL_MIoiYGEdi-Z4cJQva9AJJtOacnk7NCHyWGF1tVDG1isZ8gs8Tje8NrsjZSgbGxsK2RagbxTre05KrHN1A0Nd6t0eMO72bmMMwzu-7oNl8mvDi23vFZsAja3UndFgcQMyuVuujEveRgZ17hUbbkYH5Ba1weQ/w311-h400/tw399.jpg" width="311" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Ejderha fışkiyemi kim kırdı? </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Bu konu nereden açılmıştı… haaa, Çin’in Tayvan’ı işgal etme hevesinin gizli sebeplerini tartışıyorduk. Evet efendim, televizyondaki abuk subuk tartışma programlarına itibar etmeyiniz, yok ticaret savaşları, Amerika’nın bölgedeki hakimiyet çabaları, dünyayı yeniden şekillendirmek isteyen rotschild’lar, masonlar, ij ve dıj güçler, bunların hepsi asılsız komplo teorisi efendim, Çinliler sadece ülkelerinden kaçırılan yeşim lahananın peşinde, geri verin bitsin bu gerginlik, suhuletle çözelim mevzuyu…</span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-15019284478410537232022-06-09T19:21:00.004+03:002022-06-10T15:11:29.831+03:00Sicilya, Sinema ve Bisiklet<p><span style="font-family: verdana;"><span style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt;">Bu yılın İtalya Bisiklet Turunu izlerken Sicilya etapları yine büyük bir görsel keyif verdi. Bu turda Sicilya’nın doğusunda iki etap vardı; biri Noto’nun Barok mimari mirasından başlayıp tüyler ürpertici Etna tırmanışı ile, ikincisi de Katanya-Messina kıyılarının güzelliği ile bizleri büyüledi. Sicilya etaplarını izlerken, Sicilya’da geçen nefis filmleri de yad etmek, belki dönüp tekrar seyretmek spor/sanat birlikteliğini güçlendiriyor. Sinema ile bisikleti bağdaştırmak bana mı mahsus diyeceğim, ama değerli Eurosport yorumcularımız ve hatta yayına interaktif katılım sağlayan izleyiciler de her etabı mutlaka bölgede geçen filmler ile taçlandırıyor. Ben de kendimce bir “beşli” yaparak, Sicilya’da çevrilmiş en etkileyici beş filmden kısaca bahsetmek istedim. Önce çok kısa bir açıklama yapayım; tabii ki sinemanın zirvesi sayılan “Baba” üçlemesinde de nefis Sicilya sahneleri var, ama ben freudyen bir halet-i ruhiye ile "Baba hariç" filmlerden bahsedeyim istedim.</span></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjkopSX_sxhnxrMZbzhKRo5JjbRa4chmSa7hEQrtJvfbbWPqu1OhWfHSCTSqIJD2V7_M_Zi_oUuBzZWwkvfU0F21rsePFaFtXPIyX1KHiLZzQRMfgOWNpnUCIwl3Oo6xsG9GcF2a5ND9F9ertsVBhfLUrjtICP5lj9FJ2-pjngUR4tgmYvCb5tRxJsejw/s1135/sicilya01.jpg" style="background-color: white; font-family: verdana; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i><img border="0" data-original-height="1135" data-original-width="1001" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjkopSX_sxhnxrMZbzhKRo5JjbRa4chmSa7hEQrtJvfbbWPqu1OhWfHSCTSqIJD2V7_M_Zi_oUuBzZWwkvfU0F21rsePFaFtXPIyX1KHiLZzQRMfgOWNpnUCIwl3Oo6xsG9GcF2a5ND9F9ertsVBhfLUrjtICP5lj9FJ2-pjngUR4tgmYvCb5tRxJsejw/w353-h400/sicilya01.jpg" width="353" /></i></span></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Katanya'da tur başlangıcı; nefis Sicilya mimarisi arkasında yükselen kızgın Etna!</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Eğer Sicilya tarihi/kültürü ile kronolojik bir sıralamada izlemek gerekirse, ilk olarak büyük üstad Visconti’nin The Leopard (Il Gattopardo) filmi ile başlamak lazım; film, 1860 yılında İtalya Birliğini sağlamak için yola çıkan Garibaldi güçlerinin, Napoli/Sicilya krallığı ordularını tepelemek için Sicilya adasına çıkması ile başlıyor. Doğal olarak, adadaki aristokrasi krallığın yanında yer alıyor ve Garibaldi ile Emmanuel’in “Birleşik İtalya projesi” işlerine gelmiyor. Yeni yeni palazlanan burjuva sınıfı ise köylülerin de desteği ile krallığa karşı Garibaldi’nin garibanlarının yanında. Kahramanlarımız, adanın önde gelen aristokratı Prens Corbera (Burt Lancaster) ile yeğeni Prens Tancredi (yakışıklı Alain Delon'umuz). Fırsatçı yeğen, kazanacak tarafın Garibaldi olacağını hissettiği için onun tarafına geçtiği gibi, vicdanlı Prensimiz Corbera da krallığa pek sempatik değil, ortada kalmış. Sonuçta, çevresindeki burjuva takımının da desteği ile gönlü Birleşik İtalya’ya kayıyor ama kültürlü, bilgili kişiliği gelecekteki felaketleri sezmesini sağlıyor. Bölgenin önde gelen burjuvası Don Calogero, kızını Alain Delon ile evlendirmek istiyor; ancak tek niyeti hayran olduğu aristokrasiye sokulabilmek, onlardan yol yordam öğrenmek, soyluluk ünvanı alabilmek. Nitekim, burjuvazinin asıl amacı krallığı ve aristokrasiyi yıkmak değil, onların yerine geçmek, ayrıcalıklarına çökmek (bakınız... neyse, bakmayınız) Ve yönetmenimiz Visconti bize bu durumu epik bir balo sahnesi ile anlatıyor; sinema tarihine geçen 45-50 dakikalık balo sahnesi kimine göre sıkıcı, ama aristokrasi/burjuvazi mücadelesi ile yakın gelecekte ortaya çıkacak kargaşanın ipuçlarını bir balo ile seyirciye aktarmak müthiş bir sinema ustalığı. Ancak filmden sıkılmamak için öncesinde çok kısa da olsa bir tarih okuması yapmak, İtalyan Birliği mücadelesi ile Sicilya’daki Burbon Krallığı hakkında az bir bilgi sahibi olmak tavsiye edilir. Il Gattopardo, birçok sinema eleştirmeni tarafından tam puan verilerek sinema tarihine altın harflerle kazınmış bir başyapıt.<br /></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7M-bgZO3Svru9mhNLOw4RSfHtyDyaJs7SmhP6LRGoaFZp32eqjtkd1VMiZnxzAy4URHADpUSyf-MVvxAxJmQ2UHuPw9RvDrD4R5blwpq04woCYV4XCGSETLtnxoJjnquRq3E0Xax3Qcts6qGokJVCwrpPLn-61gLpI2t8Pa0XwMqRsaQuOWSyNyPkVw/s1000/sicilya02.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="452" data-original-width="1000" height="290" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7M-bgZO3Svru9mhNLOw4RSfHtyDyaJs7SmhP6LRGoaFZp32eqjtkd1VMiZnxzAy4URHADpUSyf-MVvxAxJmQ2UHuPw9RvDrD4R5blwpq04woCYV4XCGSETLtnxoJjnquRq3E0Xax3Qcts6qGokJVCwrpPLn-61gLpI2t8Pa0XwMqRsaQuOWSyNyPkVw/w640-h290/sicilya02.jpg" title="Bir Balo sahnesi üzerinden İtalya tarihini sosyolojik bir bakışla anlatmak; ancak Visconti gibi bir sinemacı altından kalkabilirdi." width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Bir balo sahnesi üzerinden Sicilya yakın tarihini sosyolojik bir bakış açısıyla anlatmak; ancak Visconti gibi bir sinemacı altından kalkabilirdi!</span><br /><br /></i></td></tr></tbody></table><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-size: 11pt; text-align: left;">Sicilya’nın tarihsel gelişimine ilişkin bu filmi hazmettikten sonra, Taviani kardeşlerin Kaos’una geçmek gerek. İtalya’nın en özel yönetmenlerinden Taviani’lerin bu filmi… yani, film demek de yetmez, sinema ötesi bir sanat deneyimi. Kaos, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İtalyan yazar Pirandello’nun kısa öykülerinden sinemaya uyarlanmış bir eser ve film 4 farklı (bağımsız) bölüm ve bir epilogdan oluşuyor; bölümleri birbirine bağlayan ortak tema ise, Sicilya semalarında süzülen ve adanın makus talihine tanıklık eden bir karga. İlk öykümüz, Sicilya’nın (Leopar filminde de bahsedilen) İtalya ile birleşme sancılarının ardından gariban halkın tüm düzeninin bozulması ve canını kurtaran genç kuşağın Amerika’ya kaçarken geride kalanların yaşadığı burukluk üzerine. Ardından, son derece Sicilya’ya özgü, sıra dışı bir kurt adam hikayesi izliyoruz. Üçüncü bölüm olan The Jar (küp/çömlek) benim hayran kaldığım, komedi unsurlarını da içeren muhteşem bir hikaye. Bu bölümde sınıf çatışmaları ve politik ton, dans ve mizahın kaynaştığı olağanüstü bir sinema dili ile anlatılıyor. Son bölümde politik dil biraz daha belirginleşiyor ve köylülerin yaşadıkları toprak üzerinde hiçbir haklarının olmayışı, toprağın üstüne sahip olamadıkları gibi altında da hak iddia edemedikleri, aristokrat kesimin ölülerini gömmeye bile izin vermemeleri üzerinden dramatik bir öyküyle anlatılıyor. Filmin epiloğu ise yine adadan sürgüne gönderilen, kaçmak zorunda kalan bir ailenin dramını harika bir görsellik ile betimliyor. Kaos çok, ama çok özel bir film, asla geniş kitlelere hitap edecek bir gişe mamulü değil, ama büyülü sinema dili sayesinde her izleyenin zevk alabileceği, “eyvah, festival filmi mi?” diyenlerin bile korkmadan izleyebileceği bir şaheser. </span></span></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgs6FzzV7ftrSdYSqXGftULJrajGBTVQqztze2v5zJpntGOO2QMcTz5xbfsEkAyRTs-BIQz0jCTkPiybNgKqGsAlvyjRAVItiQCth4WgQCEi29x1ZgpTuh2cxRxtBJ3OiSWnCm2vjwQIjwMkarnRPQtDPRaRMMX8cJ-w_6CSVSjR5FHsqrLOOUJB9NGlQ/s1025/sicilya03.jpg" style="font-family: verdana; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1025" data-original-width="773" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgs6FzzV7ftrSdYSqXGftULJrajGBTVQqztze2v5zJpntGOO2QMcTz5xbfsEkAyRTs-BIQz0jCTkPiybNgKqGsAlvyjRAVItiQCth4WgQCEi29x1ZgpTuh2cxRxtBJ3OiSWnCm2vjwQIjwMkarnRPQtDPRaRMMX8cJ-w_6CSVSjR5FHsqrLOOUJB9NGlQ/w301-h400/sicilya03.jpg" width="301" /></a></div><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Üçüncü filmimiz, İtalya’nın kıymeti (nispeten) az bilinmiş büyük yönetmeni Francesco Rosi’nin değişik yapıtı Salvatore Giuliano. Filmin adına bakınca sanki bir İtalyan moda devinin hayatı izlenimine kapılıyorsunuz, ama durum çok farklı. Salvatore, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sicilya’da belli bir güce ve hatta popülariteye ulaşan bir haydut. Savaşın ardından bir süre çok zor günler geçiren, bir yandan da bağımsızlık ihtimalini düşünen Sicilya’da karaborsacılıkla suçlanan Salvatore bir polisi öldürür ve suçlu durumuna düşer. Ancak halk desteğinin ve hatta saygınlığının artması sonucu Salvatore’yi yakalamak için İtalyan polisi çok büyük bir güçle Sicilya’ya çıkar ve uzun bir süre başarısızlıkları ile alay konusu olurlar. “İtalya’nın Robin Hood’u” diye anılmaya başlanan Giuliano ile birlikte, Sicilya’nın ikinci dünya savaşı ertesi derin sosyal ve politik sancılarını takip ederiz. Böylece tema olarak Leopar ve Kaos filminin ardından Sicilya’nın içine düştüğü “kaos”un 1945-50 arası bir kesitine de tanıklık ederiz. Film, ilginç bir şahsiyetin biyografisi eşliğinde sosyopolitik bir sinema eseri, ama onu benzerlerinden farklı kılan son derece yaratıcı ve yenilikçi çekim tekniği ve yönetmenin imzası. Siyah beyaz filmimiz, yaratıcı kurgusu, ileri geri zıplamaları ve nefis çekimleri le büyük takdir toplamış; Scorsese’nin “dünyanın en iyi 12 filmi” listesine girmiş, ama nedense popüler olamamış ve hak ettiğinden çok az tanınıyor. Her sinemasevere şiddetle tavsiye…</span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjG7GgR5mTPSLXmFiTwtGMcXm1gDV2Epm8qc2o6zf2ykS68m1eAw9hiP1SldbgvLgtG8wNjHNufdDCaujBwCnjiHW8fW5mONfwb6y83wUZsTlPdRhRZQ1-M2TmO0x1MBRNenVPg9BuJna5WtiuFwlTl8ELCS5PmJJyoo9o475UERGB75IuXQ6at7XnbKA/s1100/sicilya04.jpg" style="font-family: verdana; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1100" data-original-width="744" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjG7GgR5mTPSLXmFiTwtGMcXm1gDV2Epm8qc2o6zf2ykS68m1eAw9hiP1SldbgvLgtG8wNjHNufdDCaujBwCnjiHW8fW5mONfwb6y83wUZsTlPdRhRZQ1-M2TmO0x1MBRNenVPg9BuJna5WtiuFwlTl8ELCS5PmJJyoo9o475UERGB75IuXQ6at7XnbKA/w270-h400/sicilya04.jpg" width="270" /></a></div><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Dördüncü filmimiz, İtalyan sinema devi Michelangelo Antonioni’nin büyük eseri L’Avventura. Dünyanın en beğenilen filmleri listelerinin gediklilerinden; Rosi’nin Salvatore’si gibi L’Avventura da sinema tekniklerinde çığır açan, çağ atlatan filmlerden biri olarak görülüyor ve yine onlarca büyük yönetmenin ilham listelerinin üst basamaklarında yer alıyor. L’Avventura’yı izleyenler nispeten çoğunluktadır; filmimiz, üst gelir grubuna sahip evli/sevgili bir grup kardeşimizin Sicilya açıklarında özel yatları ile yaptıkları tatille başlar. Görünürde hiçbir derdi olmaması gereken grubumuzun yine de canı çok sıkılmaktadır; varoluşsal kaygılar, iletişimsizlik, kaybolmuşluk, hayattan kopuş, ne ararsan vardır elemanlarda. "Zenginlerin derdini seveyim, böyle derdim olsun 10 milyon borcum olsun" diye düşünürsünüz, ama karakterlerden biri Sicilya açıklarında küçücük bir adada ortadan kaybolur ve nişanlısı Sandro ile en yakın arkadaşı Claudia onu bulmaya and içerek Sicilya’ya adım atarlar. Etraftan duydukları bilgi ve söylenti kırıntıları ile Sicilya’nın güzel yerleşim yerlerinde arkadaşlarını ararken… ınının ınının… Aslında filmimiz Sicilyalılardan ziyade, 1950’lerden itibaren İtalya’nın ekonomik atılımı ile zenginleşen Romalı asilzadeleri odağına alır; ama film boyunca onların arkadaşı olan Sicilyalı burjuvaları, köylü ve kasabalıları da görürüz; hani Leopar filminde aristokratları tepeleyip yerlerine geçen, onlara öykünen burjuvalar bellerini doğrultmuşlardır ama canları sıkılmaktadır :)) L’avventura böylece bize 1960’ların cukkayı sağlamlaştıran İtalyanları ile Sicilya’nın burjuvazisi/kasabalısı arasındaki gerilimi de gösterir. Yine siyah beyaz çekilen filmimiz sinema dili açısından ders olarak okutulabilecek bir seviyededir.</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhGx4byX8kwfEzaA5OmB9N88w8cxodiICE_LVaqTcRUQXnmN_y1fdxbbRbK2o9VxigQdHp1cHnbI3A8-QwBVQYIEzEflFWMGqEwMOELrFKs1c_lB2KnezBeZJcXExHuawizj-pHaxybnFPIdtvjHoaOOolybtmM_ZX9VtuDD-zocyNMySToDziF1Q4SEQ/s1050/sicilya05.jpg" style="font-family: verdana; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="583" data-original-width="1050" height="223" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhGx4byX8kwfEzaA5OmB9N88w8cxodiICE_LVaqTcRUQXnmN_y1fdxbbRbK2o9VxigQdHp1cHnbI3A8-QwBVQYIEzEflFWMGqEwMOELrFKs1c_lB2KnezBeZJcXExHuawizj-pHaxybnFPIdtvjHoaOOolybtmM_ZX9VtuDD-zocyNMySToDziF1Q4SEQ/w400-h223/sicilya05.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Antonioni ve siyah beyaz "sanat" filmi denilince rüzgar ve uçuşan saçlar kaçınılmaz!</span></i></td></tr></tbody></table><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiFzDe_MPRoEqz7VEqIKKPSHCTW132hprmCbaXtfE2zk79Y19wn_gUlUle_E5jwlelqtpy17_qvmtxFWFrLW63FiF6Ai1rKEiVcmEEYXzYTYHzgL3hND70hLEjKOW0k2JMjooWpx73OHdtyiFeRFXhWm3Qov-nhe8M_REX4Uz3GC9uRqP_l3abPUv92Q/s853/sicilya06.jpg" style="background-color: white; font-family: verdana; font-size: 14.6667px; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="480" data-original-width="853" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiFzDe_MPRoEqz7VEqIKKPSHCTW132hprmCbaXtfE2zk79Y19wn_gUlUle_E5jwlelqtpy17_qvmtxFWFrLW63FiF6Ai1rKEiVcmEEYXzYTYHzgL3hND70hLEjKOW0k2JMjooWpx73OHdtyiFeRFXhWm3Qov-nhe8M_REX4Uz3GC9uRqP_l3abPUv92Q/w400-h225/sicilya06.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Elit ve soğuk güzelimiz Claudia'nın bir Sicilya kasabasında hırboların arasında kaldığı unutulmaz sahne; hiç de yabancısı değiliz :))<br /><br /></span></i></td></tr></tbody></table><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Son filmimiz ise nefis bir İtalyan komedisi; Divorzio all’italiana, yani İtalyan usulü boşanma. Dört filmdir tarihi, sosyal, politik ve hatta varoluşçu atmosfer ile gerilen bünyeleri güldürüp rahatlatmak için farklı bir tür seçelim istedim, yoksa seçenekler çok fazlaydı. Film, L’avventura ile aynı yılda çekilmiş, aynı dönemde geçiyor. L’avventura’da Romalı elit tabakanın (tabiri caizse beyaz, hatta sarışın İtalyanların) Sicilya’da arkadaşlarını ve kendilerini arayışları konu edilirken, o esnada Sicilya’nın yerlisi halk ne yapıyor, ediyor, sokaktaki Sicilyalı neye dertleniyor, aile, komşuluk, mahalleli ilişkileri, çekişmeleri, dedikoduları ne alemde; biraz da buna bakalım. Şimdi, filmin adı İtalyan usulü boşanma, ve Katolikliğin en katı yaşandığı Sicilya’da Cefalu şehrindeyiz. Madem ki katoliğiz, yani ölüm bizi ayırana kadar, o zaman karımızdan boşanmak istiyorsak bunun tek yolu var; ölüm! Eğer karımız kendi insiyatifiyle bir türlü ölmüyorsa, ölmesi için biraz arkadan ittirmemiz gerekebilir. Kahramanımız Ferdinando rolünde Marcello Mastroianni döktürüyor; çok sevimli bir İtalyan asilzadesi; ama eski asilzade, hani şu Leopar filminden kalan, servetinin, saygınlığının çoğunu (yeni zengin eniştesine karşı) yitirmiş asilzadelerden. Ama eniştesinin bir kızı var ki, of of of… Kuzen de Ferdinando’ya karşı boş değil, ancak birlikte olabilmek için önce Ferdi'nin eşini ölmeye ikna etmesi gerek. Öldürebilmek için de en iyi bahane namus cinayeti, böylece çok ufak bir cezayla yırtabilir. Ne kadar tanıdık bir senaryo değil mi? Bu uğurda ne planlar yapar ve olaylar komik bir şekilde gelişir. Film her ne kadar komedi olsa da, İtalyan komedilerinin büyük yönetmeni Pietro Germi araya nefis toplumsal taşlamalar, kiliseyi, siyaseti ve bağnaz halkı eleştiren müthiş sahneler sıkıştırmış. Hele ki kilisenin her türlü yaygarasına karşı şehrin sinemasına gelen “Dolce Vita” gösterimi İtalya’nın büyük dönüşümünü simgeliyor. Film, mutlu bir sonla bitiyor… mu desem, hayat sürprizlerle dolu bir döngü tabii. Sicilyalı beyimiz L'avventura'daki zenginlerin yatına binmeyi başarır ama... izleyin bakalım, çok eğlenceli! Bisiklet yarışından konuya girip sinemadan çıktık, ama Divorzio filminin sonunda trendeki adamın okuduğu “Ciclisti” (bisikletçi) gazetesi (evet, bisiklet için koca gazete basmışlar), o yıllarda bile Sicilya’da bisiklet yarışlarının nasıl bir fenomen olduğunu gösteriyor.</span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipR5oW_nN9SmEQGQhUslyEA8-d-b0tR0Vb7wl2SqziDXZzGgi8XFJ1HdFC1szyChahXnBrfDqn9v4Bo65XwLHgwn5yqmg2xd2EnOtSxGU8zN2YZkNw4_sGTW-qnm0um-oE61Q_YkcpuNlmCQzK9Z6Ale0d79Q1GOYBY1J6EEE_U3alqkZsaaR0dirgMA/s1280/sicilya07.jpg" style="font-family: verdana; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="692" data-original-width="1280" height="346" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipR5oW_nN9SmEQGQhUslyEA8-d-b0tR0Vb7wl2SqziDXZzGgi8XFJ1HdFC1szyChahXnBrfDqn9v4Bo65XwLHgwn5yqmg2xd2EnOtSxGU8zN2YZkNw4_sGTW-qnm0um-oE61Q_YkcpuNlmCQzK9Z6Ale0d79Q1GOYBY1J6EEE_U3alqkZsaaR0dirgMA/w640-h346/sicilya07.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Marcello düşünüyor; karımı hazır kuma gömmüşken biraz daha derine gömsem de...</span></i></td></tr></tbody></table><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;"> </span></p><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Bisiklet çıkışlı Sicilya sineması için beş “baba” film seçmek kolay olmadı tabii; bir de Sicilya’da geçen ve ilk beşe giremeyen ikinci beşten kısaca bahsedeyim; "Baba" üçlemesi kategori dışı olsa da, özellikle ikinci filminde kayda değer Sicilya sahneleri bulunuyor ve mafyayı doğuran bu coğrafyayı daha iyi anlıyorsunuz. İkinci olarak Sicilya’nın evladı Giuseppe Tornatore’nin efsane yapıtı Cinema Paradiso’yu hatırlatalım; bu filmde de nefis bir İtalyan kasabası tasviri, olayların bazen komik, bazen hazin gelişimi var; ama tam bir Sicilya filmi diyemeyebiliriz; İtalya'nın herhangi bir yöresine koysanız da sırıtmaz. Yine Tornatore’nin Malena’sı da Sicilya filmlerine güzel bir örnek, hatta Paradiso’dan daha “Sicilyalı” bir film, içinde bisiklet de var; ama biraz tarz değiştirmek, comedia all’italiana'dan örnek vermek istedim (bir de malena Bellucci'nin fiziğini biraz sömürmüş, ham kalan bir tarafı var gibi...) Dördüncü olarak Rosselini’nin harika filmi Paisan’ın da ilk hikayesi Sicilya’da geçer, ama filmin büyük bölümü ana karadadır (Patton'un Sicilya sahneleri de çok güzeldir bu arada)… Son olarak Salvatore’nin yönetmeni Rosi’nin çevirdiği “Forgetting Palermo”; ailesi Sicilyalı olan Bonavia kardeşimiz New York belediye başkanı seçilir ve uyuşturucu ile mücadele için ilginç bir adım atar; yasallaştırmak! Bu kararını aldıktan sonra baba memleketine bir seyahat gerçekleştirir, ama orada ona köklerini ve bu işlerin nasıl yürüdüğünü hatırlatmak isteyenler beklemektedir. Süper filmdir! </span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhq0cMikcCX01j2Bl2Cr2a0DKwF_6LwqTTM3x-S9rqp4ve5C3xtvaf2J9NWMwXGpoHwQvOXcCxV4llOeNFmJjaQ6iPeVuBfXihKRi_9kAr_E1dIIN8d1WMiJGKCnJn8Bg8d2PmRo5GX0kX6fdB-5hmqymmD97pUONa7QHeW-AnZFCKg6-kSMKswnTadZw/s1300/sicilya08.jpg" style="font-family: verdana; margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1065" data-original-width="1300" height="328" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhq0cMikcCX01j2Bl2Cr2a0DKwF_6LwqTTM3x-S9rqp4ve5C3xtvaf2J9NWMwXGpoHwQvOXcCxV4llOeNFmJjaQ6iPeVuBfXihKRi_9kAr_E1dIIN8d1WMiJGKCnJn8Bg8d2PmRo5GX0kX6fdB-5hmqymmD97pUONa7QHeW-AnZFCKg6-kSMKswnTadZw/w400-h328/sicilya08.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Malena'da hem bisiklet, hem Bellucci hem de Morricone var, daha ne olsun? <br /> </span></i></td></tr></tbody></table><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><p class="x_MsoNormal" style="background-color: white; color: #212121; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Efendim, böylece Sicilya’dan 10 mikemmel film ile bugünkü birlikteliğimizin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bir türlü ziyaret etme fırsatı bulamadığım, bu gidişle de bulamayacağım Sicilya'yı bisiklet ve sinema bahanesiyle sanal alemde gezip duruyorum, sizlere de tavsiye derim! </span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-25662268785527312902022-06-03T11:09:00.004+03:002022-06-03T11:09:47.702+03:00San Fransisko Sokakları<p><span style="font-family: verdana;">Amerigan polisiye filmlerinin en eğlenceli klişeleri illa ki San Fransisko’da geçen film ve dizilerde yer alıyor. Zaten türün en iyi örneklerinin çevrildiği yıllara damgasını vuran dizinin adı bile San Fransisko Sokakları idi. Bir de tabii Clint Eastwood’un efsane olduğu filmdeki Dirty Harry karakteri de tüm şehri dolaşıyordu. Polisiye ve San Fransisko denilince akla ilk gelen klişe tabii ki insanlık dışı yokuşlarda yaşanan araba kovalama sahneleri. Karl Malden amcamız ve henüz “şey bağımlılığı” hastalığına yakalanmamış olan genç Michael Douglas abimiz bol dökümlü pardesüleri ile öküz öldüren SF yokuşlarında suçluları kovalarlar. Arabalar yokuş aşağı tam gaz giderken sokakların kesişimindeki düzlüklerde mutlaka zıplar, altları yere sürterek kıvılcımlar çıkarır, tramvaylara çarpmalarına ramak kalır ve suçlu mutlaka yakalanır. San Fransisko’da taksicilere birkaç dolar bahşiş verirseniz size yokuşlarda küçük bir zıplama tecrübesi yaşatabilirler, biz denedik ve oldu, tavsiye ederim.</span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEguR3OFvYyyuZcNc2Ams6iaj88nHH_ByBryQ6fo_EUyGmi9-FUIlNIahgM_rAouzolYwZ5CnkhXimMt8rZSIHEkycBzUXDrX5aCklsr0KpoQlXG6IlVequvYFAbAYRExhOGUPOMTRNID0rq4SmrQJU8E7jaFqhiZKJcVV7n1QzQgThtiR5rBa_-G5j_hg/s988/coit26.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="757" data-original-width="988" height="490" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEguR3OFvYyyuZcNc2Ams6iaj88nHH_ByBryQ6fo_EUyGmi9-FUIlNIahgM_rAouzolYwZ5CnkhXimMt8rZSIHEkycBzUXDrX5aCklsr0KpoQlXG6IlVequvYFAbAYRExhOGUPOMTRNID0rq4SmrQJU8E7jaFqhiZKJcVV7n1QzQgThtiR5rBa_-G5j_hg/w640-h490/coit26.jpg" width="640" /></a></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwUEfbQmu5aUcZ6HgAEw2Ave5LXVbZn8qyvng1vFYGhvLGvrZAtg6COaOZTg3fdhI644d5s4HeKevVBzhHP26eCd_Nx2rx2RIgu7yhW2hIhXzWp78kw8ws4r6wS9cib0RC_FE8KozjrlmEYzW8NXhK-qDU1Hz4jFiTr0mBAQO4j0XKPm06J53o9AnyHg/s900/SF127.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="674" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwUEfbQmu5aUcZ6HgAEw2Ave5LXVbZn8qyvng1vFYGhvLGvrZAtg6COaOZTg3fdhI644d5s4HeKevVBzhHP26eCd_Nx2rx2RIgu7yhW2hIhXzWp78kw8ws4r6wS9cib0RC_FE8KozjrlmEYzW8NXhK-qDU1Hz4jFiTr0mBAQO4j0XKPm06J53o9AnyHg/w300-h400/SF127.jpg" width="300" /></a></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhO0qC6NftQvcNUrwlnS0ntx1yObiDUhQmzEndERAPP8rqk_qdDqeav2ouNFK0xHG2eEKU4SsoHLbaf6kqyvHX8fPobP4gwHTwhXNQDNKrA7J7Mh1t1swT5Zytm2AHuVAZFyvxl7kLwQ-9PAiOO4-fCZK7FjuITLBTUUbJ798l_q-N2B0oKtSDg76yf1A/s900/SF101.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="687" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhO0qC6NftQvcNUrwlnS0ntx1yObiDUhQmzEndERAPP8rqk_qdDqeav2ouNFK0xHG2eEKU4SsoHLbaf6kqyvHX8fPobP4gwHTwhXNQDNKrA7J7Mh1t1swT5Zytm2AHuVAZFyvxl7kLwQ-9PAiOO4-fCZK7FjuITLBTUUbJ798l_q-N2B0oKtSDg76yf1A/w305-h400/SF101.jpg" width="305" /></a></div><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Amerigan polisiyelerinde üst üste dizilmiş Z harfleri gibi binalar boyunca uzanan yangın merdivenlerinin estetiğine de hayranım. 40 yıldır seyredegeldiğim filmlerde en çok özendiğim detaylardan olmuştur yangın merdiveni. Başın sıkıştığında pencereden çıkıp labada lubada aşağı koşarsın, kötü adam peşine takılır, tabancayla ateş eder ama kurşun “teingg” sesiyle trabzanlardan seker. Merdivenler yer seviyesine 2-3 metre kala biter, sen de bir çöp kutusuna atlayarak postu kurtarırsın. San Fransisko sokaklarında Karl ile Maykıl illa ki dökümlü pardesüleri ile merdivenlerden üçer beşer iner, yahu pardesün takılacak tırabzana, yırtılacak, üstüne rahat bir şeyler giysene… Zaten suç oranının çok yüksek olduğu bir şehirde bu merdivenler de yol geçen hanı gibidir, önüne gelen merdivene girer, çıkar, ara katlardan dairelere girer. Bizim memlekette böyle imkanlar olsa o-hooo…</span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRze81Ao0NqL08fhfnzj3e0JCUXnvTnpPJN0KtmCDwUkAi24oI_xt9GPOYmWXtZwbHhKGmEBg1XmWoSmFg5XkhV0cxpC_fwY48zAb2WNQPorRiLHza5mL76_mDimYQnCikSOmLyYzh3KPVhl4AvlZZhwASBLa6EFV5QsxvtuPP7tEAa2JVl0O7Io78Fg/s900/SF24.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="584" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRze81Ao0NqL08fhfnzj3e0JCUXnvTnpPJN0KtmCDwUkAi24oI_xt9GPOYmWXtZwbHhKGmEBg1XmWoSmFg5XkhV0cxpC_fwY48zAb2WNQPorRiLHza5mL76_mDimYQnCikSOmLyYzh3KPVhl4AvlZZhwASBLa6EFV5QsxvtuPP7tEAa2JVl0O7Io78Fg/w260-h400/SF24.jpg" width="260" /></a></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEin9zZ9iuFbQnxCGpWMQLn-dHDzovmfCKg53DofsRhBRTMgQtkceU91CeTx0chbMB8hWDqtw--idTvYLeFcHr3uyFwDRsbTN6WyxOZAIb06Ai4da_9KMZg7PxaIDl2Ko43uPSeQSxQMOTsYpxnGw_SmLZru4X5KhqA9aaJM9-JoiFHexhmwTOgVP1bl3A/s900/chi30.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="622" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEin9zZ9iuFbQnxCGpWMQLn-dHDzovmfCKg53DofsRhBRTMgQtkceU91CeTx0chbMB8hWDqtw--idTvYLeFcHr3uyFwDRsbTN6WyxOZAIb06Ai4da_9KMZg7PxaIDl2Ko43uPSeQSxQMOTsYpxnGw_SmLZru4X5KhqA9aaJM9-JoiFHexhmwTOgVP1bl3A/w276-h400/chi30.jpg" width="276" /></a></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJi9KtVd13Zt_yQa1upJ740wL_7Lj_JW21cRtvd63uh9U5hZiexHwGjyVMAJRqQ_Sc1mRy7CgIwn_jhGG-PawJgt36NkVNQ1J1XEXnCXXlIwpYBWaMwWp8FJ-4AndbFcQWMkxwFyNH7F9F1RxM4ZFSQZXawthDGrba7-P_ovbdnOh0Fi8pjDY2bXYeIg/s900/SF21.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="672" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJi9KtVd13Zt_yQa1upJ740wL_7Lj_JW21cRtvd63uh9U5hZiexHwGjyVMAJRqQ_Sc1mRy7CgIwn_jhGG-PawJgt36NkVNQ1J1XEXnCXXlIwpYBWaMwWp8FJ-4AndbFcQWMkxwFyNH7F9F1RxM4ZFSQZXawthDGrba7-P_ovbdnOh0Fi8pjDY2bXYeIg/w299-h400/SF21.jpg" width="299" /></a></div><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Üçüncü bir klişe de Çin Mahalleleri ve lokantaları. Yangın merdiveninden çöp konteynerine atladınız, üstünüz başınız leş, ama kötü adamlar peşinizde, en iyisi Çin Mahallesine seğirtmek ve önünüze gelen ilk lokantaya dalmak. Görünürde sakin ve nezih bir Çin Lokantası olan mekan, mutlaka çok pis işlerin döndüğü, mafyanın cirit attığı bir yerdir. Filmde kovalanan suçlu veya kaçan iyi adam, (Çinli olsun olmasın) Çin mahallesinde bir restorana gelir, ön kapıdan girer, arka kapıdan çıkar, üst kata tırmanır, ortalığı dağıtır vesaire... Bu sahnelerdeki en güzel detaylardan biri, ortalık bir birine girmişken garsonların servise, müşterilerin yemeğe devam etmesidir. Yumruğu yiyen bir eleman üst kattan müşterinin acılı-ekşili çorbasının içine düşer, ama müşteriler istifini bozmaz. Çin mahalleleri aynı bizim Çinçin mahallesi gibidir (isim benzerliği?) mutlaka bir suç işlenir ve vaka-i adiyedendir. </span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEheGwLkslvIcgjAVGETwJ4ydfzdkXAhIPa3rTbNeoRTfciFms5QIHq5nATgkjA1yn1hD9ZftesKlcPKNeHMFeTF0irSNgKiC4zzrMRm4aZuIoqpJ9ijiKRX2noLub4vbbvbPPFwyjbTCLlM_T8VC3JRFUjFarIVUj5yN8Aaq_sf6C7Xtm6xKfkEzLkj0A/s900/ctown01.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="662" data-original-width="900" height="294" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEheGwLkslvIcgjAVGETwJ4ydfzdkXAhIPa3rTbNeoRTfciFms5QIHq5nATgkjA1yn1hD9ZftesKlcPKNeHMFeTF0irSNgKiC4zzrMRm4aZuIoqpJ9ijiKRX2noLub4vbbvbPPFwyjbTCLlM_T8VC3JRFUjFarIVUj5yN8Aaq_sf6C7Xtm6xKfkEzLkj0A/w400-h294/ctown01.jpg" width="400" /></a></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEndd9d8N9TL_SojtUW51vVb5jTWoLjHDgCTnVVwMALGsveQg5JAkmya2gU9IZgp7pKDMSQbF_Slwse2SfwW5eg-Ru1UplzYOCzYg_z7aqvAQUv8sXWOWgBkzxlskQusnI5Fxvp_f8bbMLoY8K2ZBCFo6rb6cE-rltbYMYJ25geNe6BHIB9e1Z8bHSDw/s900/ctown05.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="632" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEndd9d8N9TL_SojtUW51vVb5jTWoLjHDgCTnVVwMALGsveQg5JAkmya2gU9IZgp7pKDMSQbF_Slwse2SfwW5eg-Ru1UplzYOCzYg_z7aqvAQUv8sXWOWgBkzxlskQusnI5Fxvp_f8bbMLoY8K2ZBCFo6rb6cE-rltbYMYJ25geNe6BHIB9e1Z8bHSDw/w281-h400/ctown05.jpg" width="281" /></a></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVY0LWJ3Ra4LAlXhrXd58nMS1fqzUI_hirU8TmZNXDMX2fkYDHoqz_11jD1vX972eknatPFrl0LeuZh6dQo3qZVsqPXwWEh3CedPMKs-W5pgonDT5w_rF0kTlOAwmOQWE_BMG26LTkx6VosbOWumJwgckHk2_zc3bTmqySdQb7rNDh0FWWBsWQQHghOg/s900/ctown12.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="628" data-original-width="900" height="279" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVY0LWJ3Ra4LAlXhrXd58nMS1fqzUI_hirU8TmZNXDMX2fkYDHoqz_11jD1vX972eknatPFrl0LeuZh6dQo3qZVsqPXwWEh3CedPMKs-W5pgonDT5w_rF0kTlOAwmOQWE_BMG26LTkx6VosbOWumJwgckHk2_zc3bTmqySdQb7rNDh0FWWBsWQQHghOg/w400-h279/ctown12.jpg" width="400" /></a></div><p></p><p><span style="font-family: verdana;">Hey gidi CSI icat edilmeden çevrilen güzelim San Fransisko polisiyeleri... Zanlının osuruk kokusunun analizinden kebap yediği lokantayı tespit etmek yerine sokaklarda cayır cayır adam kovaladıkları o güzel günler...</span></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-65760974004883332412022-04-29T14:33:00.001+03:002022-04-29T14:33:21.410+03:00Keditasyon - Kedi Meditasyonu<p><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: verdana;">Bangkok’un en etkileyici, velakin daha az bilinen ve ziyaret edilen tapınaklarından biri Wat Ratchanatdaram. Bunun birinci sebebi, ismini telaffuz edememeniz, taksiciye “Çek bakalım Vatraçandatramanam’a” demeniz zor, az önce yediğiniz süper acılı Thai yemeği yüzünden diliniz uyuşmuş durumda. İkinci sebebi, hemen karşısında çok daha popüler, ismi de kolay telaffuz edilen Wat Saket tapınağı, yani Altın Tapınak var. O yüzden ekseriyet Altın Tapınağa gidip Wat Rat’ı es geçer. </span></span></p><p><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNzfibz099S67e1WuEhkksUAJmPha13zRZdNPVzc_iidxt0Riu2n_KyzORX3HeRw0xMxG1DfnOwXpx17oHrLu7AjA1xIqBnOllyiBJT4M3-sS85l9ax3zJ9uSzERPkPyDpHbUGL_4vAkKVSCb9dk-InkPrq07_2xOAwvqwhruL-dyR7n2gbC1VmybRUQ/s1024/bg238.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="707" data-original-width="1024" height="276" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNzfibz099S67e1WuEhkksUAJmPha13zRZdNPVzc_iidxt0Riu2n_KyzORX3HeRw0xMxG1DfnOwXpx17oHrLu7AjA1xIqBnOllyiBJT4M3-sS85l9ax3zJ9uSzERPkPyDpHbUGL_4vAkKVSCb9dk-InkPrq07_2xOAwvqwhruL-dyR7n2gbC1VmybRUQ/w400-h276/bg238.jpg" width="400" /></a></div><div class="cxmmr5t8 oygrvhab hcukyx3x c1et5uql o9v6fnle ii04i59q" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Wat Ratchanatdaram’ın diğer ismi Loha Prasat, kelime anlamı ile Demir Kale/Manastır. Dünya üzerinde şimdiye kadar üç “Loha Prasat” yapılmış; bunlardan ilki Hindistan Sravasti’de, bizzat Buda’nın yaşadığı dönemde inşa edilmiş ama şu an yerinde yeller esiyor. İkincisi Sri Lanka’da 2000 yıl kadar önce yapılmış, kalıntılarından bir parçası günümüze kalmış. Üçüncüsü ise Bangkok’ta, 19. Yüzyılda yapılmış ve bugün şehrin en etkileyici yapılarından, ama diğer tapınaklara kıyasla gölgede kalmış. Manastır kare şeklinde bir temele sahip, piramit gibi yükselen birkaç katlı bir yapısı var, her katı çepeçevre dolaşan koridorlarda meditasyon yapılması amaçlanmış. Tabii doğu spiritüalizmi işin içine girince her bir yapı elemanı ve sayıları anlam kazanıyor, binadaki 37 sivri kulenin her biri aydınlanma yolundaki 37 erdemden birini temsil ediyor. </span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjL90F0JH3_GPbjxnlsWQ1mUVzSjbF6-je8fuoZ0lVT-kqZpZjnr1s5VPFjTREIia5SMy8blevaJqL4B0njBoqvT-huUk6ZI5FeOZR7ng6gRKUpIQRdzFO0FXpsHQnuaR_xqSqFOu6B7kRSOjnDaWMEYh4d8lY1qynXL477v6JZl8PnDU_EorbaU24FZA/s1024/bg209.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="762" data-original-width="1024" height="297" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjL90F0JH3_GPbjxnlsWQ1mUVzSjbF6-je8fuoZ0lVT-kqZpZjnr1s5VPFjTREIia5SMy8blevaJqL4B0njBoqvT-huUk6ZI5FeOZR7ng6gRKUpIQRdzFO0FXpsHQnuaR_xqSqFOu6B7kRSOjnDaWMEYh4d8lY1qynXL477v6JZl8PnDU_EorbaU24FZA/w400-h297/bg209.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvNf3UrZgXwF9Zb5NKtVlKxgl8-6dM4_kleWaz7qQyyL3lRC_YOM_67ozS3P92SaSWkbPy4RZKeVOxQfoNcSsyts-Uy3Bu_47X60jP3Cy4MQcz-bT7YJWmlw2StDDXCcTf5K_2Yti55ytvufoZqd4aRMhXv-0o8eEc2W8rnXCNAdg4WRMsLkYAJOmX5g/s1024/bg239.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="739" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvNf3UrZgXwF9Zb5NKtVlKxgl8-6dM4_kleWaz7qQyyL3lRC_YOM_67ozS3P92SaSWkbPy4RZKeVOxQfoNcSsyts-Uy3Bu_47X60jP3Cy4MQcz-bT7YJWmlw2StDDXCcTf5K_2Yti55ytvufoZqd4aRMhXv-0o8eEc2W8rnXCNAdg4WRMsLkYAJOmX5g/w289-h400/bg239.jpg" width="289" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="cxmmr5t8 oygrvhab hcukyx3x c1et5uql o9v6fnle ii04i59q" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Dediğim gibi, manastırın ana fikri meditasyon; özellikle batı kültüründe de hızla popülerlik kazanan mindfulness (farkındalık). Manastırın düğün pastası gibi yükselen katlarında sizi meditasyon konusunda bilgilendiren, “farkındalık” yaratan Thai dilinde ve İngilizce plaketler var. İnsanları “yürüyerek” ve “oturarak” meditasyon konusunda yönlendiriyorlar. Benim çok vaktim yoktu, fazla medite olamadan, ama farkındalığımı da kaybetmeden koridorları şöyle bir turladım, birkaç fotoğraf çektim ve çok acı bir şeyler atıştırmak için sokaklara döndüm.</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTj09wX8H-OC18wJeNm_Qk0e5M_ymmq0WYHiMEP3Dskm17c9ghsH1OsydfljgsdTIU-T9v-Hu73yShEetd52VsjHvHSFMVGqIDuOBHP1tf5A6NNiO2O8d7gVJbfpHRHetIfTWUeYx8gO_KwaSngYacoHf_2cbq9EHy7sFNw_k1LF0ZFYcDRJoqDgreAQ/s960/bg212.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="960" data-original-width="900" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTj09wX8H-OC18wJeNm_Qk0e5M_ymmq0WYHiMEP3Dskm17c9ghsH1OsydfljgsdTIU-T9v-Hu73yShEetd52VsjHvHSFMVGqIDuOBHP1tf5A6NNiO2O8d7gVJbfpHRHetIfTWUeYx8gO_KwaSngYacoHf_2cbq9EHy7sFNw_k1LF0ZFYcDRJoqDgreAQ/w375-h400/bg212.jpg" width="375" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWnIqp0XzCvafINMi1z3wvAttxYcf2ISeZLIQtl_3DitNZ_HmOTKF-5nl1M6gv-9AAn0QpM9Ym_tiL5O-SSfy4cubR5rHZruc5YchLcFvNE8Frq3hmB0A5NFODH1tHNu_sDRxf1InivBMJrF-Hc2RK8cr1ycQasCnZ9oHbq5Mqs8jGzYuOdWauAjEQ8w/s1024/bg237.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="729" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWnIqp0XzCvafINMi1z3wvAttxYcf2ISeZLIQtl_3DitNZ_HmOTKF-5nl1M6gv-9AAn0QpM9Ym_tiL5O-SSfy4cubR5rHZruc5YchLcFvNE8Frq3hmB0A5NFODH1tHNu_sDRxf1InivBMJrF-Hc2RK8cr1ycQasCnZ9oHbq5Mqs8jGzYuOdWauAjEQ8w/w285-h400/bg237.jpg" width="285" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiX5SORSGFBMzQnSU7W20SVLCWjfcatkhTlx7jluITcl8yPJfUNvCRRmT-WQKbLXHariTRcIo7kErRjzgCGL-lqrq9xbFhtgbmthMaUAAs_HnMhb2ZAh74BItshCEa2EzZAyFGIl53UMlfGIATjPOXZntw46DeWvxQKzoVKvSrRJJhYQTwtwEZz-Ni5YQ/s1188/bg796.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1188" data-original-width="983" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiX5SORSGFBMzQnSU7W20SVLCWjfcatkhTlx7jluITcl8yPJfUNvCRRmT-WQKbLXHariTRcIo7kErRjzgCGL-lqrq9xbFhtgbmthMaUAAs_HnMhb2ZAh74BItshCEa2EzZAyFGIl53UMlfGIATjPOXZntw46DeWvxQKzoVKvSrRJJhYQTwtwEZz-Ni5YQ/w331-h400/bg796.jpg" width="331" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="cxmmr5t8 oygrvhab hcukyx3x c1et5uql o9v6fnle ii04i59q" style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; margin: 0.5em 0px 0px; overflow-wrap: break-word; white-space: pre-wrap;"><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Ama gel gör ki, bu kadar uyaranın olduğu, internet, sosyal medya ve mobil cihazların tutsağı haline geldiğimiz bir dünyada meditasyon ve farkındalık kolay bir sanat değil. Nitekim, tapınağın turuncu keşişleri “oturarak” meditasyonu tercih ediyorlar, ama aydınlanmayı ayfon’da, google’da arıyorlar. Arama çubuğuna “aydınlanma” yazıyorsun, “farkındalık” yazıyorsun, bas enter’a, indir telefonuna, nirvana cebine gelsin… Android uygulaması bile vardır aydınlanmanın. Kim şimdi gözlerini sonsuzluğa dikip uzun uzun düşünecek ki? İnsanlar değil tabii…</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgXWdpNJpF7jCJ3KZtAQr8dM9UOwkp31VPFnzPaeqM1I8Xc1draBmND1uTP4zSpq2oYBMFr1MoM_v1Lp13tNcWTIWHceLRz14hEoo2-a42wt269xg6atNFVeFiO2asvSoZqAx9jrhqD0RCYBt3UuAmQvrc5KH0ztdSI8mrsht9nJHAVC_2vaEtT83jrAA/s1024/bg771.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="711" data-original-width="1024" height="278" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgXWdpNJpF7jCJ3KZtAQr8dM9UOwkp31VPFnzPaeqM1I8Xc1draBmND1uTP4zSpq2oYBMFr1MoM_v1Lp13tNcWTIWHceLRz14hEoo2-a42wt269xg6atNFVeFiO2asvSoZqAx9jrhqD0RCYBt3UuAmQvrc5KH0ztdSI8mrsht9nJHAVC_2vaEtT83jrAA/w400-h278/bg771.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgB_9xDFau00ybGNxGVdGMXz9zvYVmH8unvc0PT6HVWOUtUmIwk6uVvchhHTHLKHGQkxTk4KZuJ3CcJdvV-QBE2HhbX0Kb_EQD8ycQWLpi_KorBgPxyaS-ohXxaY4IAdblaXZo2c8J8ZMqKSI9iSjjT-Ew0njYiutn6HRZPNxj7ePldberqWH9DJVuHlQ/s1024/bg770.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1024" data-original-width="736" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgB_9xDFau00ybGNxGVdGMXz9zvYVmH8unvc0PT6HVWOUtUmIwk6uVvchhHTHLKHGQkxTk4KZuJ3CcJdvV-QBE2HhbX0Kb_EQD8ycQWLpi_KorBgPxyaS-ohXxaY4IAdblaXZo2c8J8ZMqKSI9iSjjT-Ew0njYiutn6HRZPNxj7ePldberqWH9DJVuHlQ/w288-h400/bg770.jpg" width="288" /></a></div><div dir="auto"></div><div dir="auto"><span style="font-family: verdana;">Peki kimler? Tabii ki kediler! Meditasyon, farkındalık, aydınlanma, şimdiyi yaşama denildiğinde kedileri tek geçerim! Nitekim, manastırın sunduğu ruhani atmosferin kıymetini bilen bir tek onlar kalmış. Hepsi keditasyon halinde, aydınlanma ve mırnavlanma yolunda ilerleyip miavfullness'a ulaşmayı, nirvana’ya kavuşmayı hedefliyor. Keyifleri yerinde, “ulan, kaç megabayt mobilim gitti acaba, yok mu burada wayfay” diye dertlenmiyorlar, “an”ı yaşayıp mırıldanıyorlar. Tapınaktaki kediler iyiydi, hoştu, ama Buda aşkına bir tane de Siyam kedisi görebilseydim iyiydi…</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVnWzi8f7qtdXJqeSa5FC4lf_CzCgtoo5r_k-FSFpOC39RrTWEu-vRTBh52_Payi8Rsnl4oiNYupWNysO-qE_nYV_MZeG8aPIoglUp05yz6jUvf0aOT_CPhKM6u5_hTRVMlXW8RV2zwQjwPDU7LSmnZB8u1scid3Lg4J062MmPaXZzRudD36ySOTADzg/s960/bg216.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="960" data-original-width="696" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVnWzi8f7qtdXJqeSa5FC4lf_CzCgtoo5r_k-FSFpOC39RrTWEu-vRTBh52_Payi8Rsnl4oiNYupWNysO-qE_nYV_MZeG8aPIoglUp05yz6jUvf0aOT_CPhKM6u5_hTRVMlXW8RV2zwQjwPDU7LSmnZB8u1scid3Lg4J062MmPaXZzRudD36ySOTADzg/w290-h400/bg216.jpg" width="290" /></a></div><div dir="auto"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWqXFr8wYfjSh96u3OiqtohNdpW32__gTdEpMAkMOG9U6wVYKvcXdtMB9DaOf1anENjoUIxc1YiRBmDo8ZqktgYkwQi1CYqQsQQwkjQ7zgaLJvkGNrUBgb5nTkw3cLF1K2sB89HTSBePz87kk_t-MdVI8Bry29r-c6vmbh0To-Rndp8tRxVCfTCMg7pA/s1024/bg775.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="680" data-original-width="1024" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWqXFr8wYfjSh96u3OiqtohNdpW32__gTdEpMAkMOG9U6wVYKvcXdtMB9DaOf1anENjoUIxc1YiRBmDo8ZqktgYkwQi1CYqQsQQwkjQ7zgaLJvkGNrUBgb5nTkw3cLF1K2sB89HTSBePz87kk_t-MdVI8Bry29r-c6vmbh0To-Rndp8tRxVCfTCMg7pA/w400-h266/bg775.jpg" width="400" /></a></div><div dir="auto"></div></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-65638922227615409112022-03-11T22:51:00.002+03:002022-03-11T22:51:34.194+03:00Garaj Burcuvazisi<p><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;"><span style="font-family: verdana;">Her gün işe gidip gelirken Angara’nın dikey kentleşme, betonlaşma ve rezidıns lideri Çugurambar’ın kıyısında köşesinde kalmış bir gecegondunun önünden geçerim. Çugurambar’ın yeni Türkiye’de temsil ettiği semboller ve gizli anlamlar düşünüldüğünde, vahşi kentleşmeye karşı briketinin son damlasına kadar direniyor gibi görünen bu kondu hep ilgimi çekmiştir. </span></span></p><p><span style="background-color: white; color: #050505; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj9IGk4aNmTHKMrR6AyblWLIGTNvQPPPGyVV6FltfqjYch4Ze2M8_RnzJEXTftKbTiX7xdR4mUaruHadtZyvNF0PsMYb4tJytaVLL6MLRT48PuTIt7Ba_8G3EmNW0KKEF1_xn8VE0ojkEYXzZKQWqyUHTaSPSrBswDi3NJZvCyhJYBGO794RHk88Fokag=s960" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="727" data-original-width="960" height="484" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj9IGk4aNmTHKMrR6AyblWLIGTNvQPPPGyVV6FltfqjYch4Ze2M8_RnzJEXTftKbTiX7xdR4mUaruHadtZyvNF0PsMYb4tJytaVLL6MLRT48PuTIt7Ba_8G3EmNW0KKEF1_xn8VE0ojkEYXzZKQWqyUHTaSPSrBswDi3NJZvCyhJYBGO794RHk88Fokag=w640-h484" width="640" /></a></div><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;">Son zamanlarda kapitalizmin vahşi dişleri ile özdeşleşen kepçe ve buldozerler bu kondunun etrafını dişleyerek hafriyatın doruğuna ulaşınca, bahçe duvarına kırmızı boyayla yazılan cümle merakımı celbetti. Bir sabah arabayı durdurup ne yazdığını okumaya çalıştım; sanırım “kahrolsun dikey kentleşme”, “toprağımızdan, ağacımızdan dozerinizi çekin” veya “fakirin kondusunu elinden alamayacaksınız” benzeri azıcık ideolocik, ezilenlerin feryadını haykıran, ilahi adaleti arayan bir slogan görmeyi umuyordum. </span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhJM7LK-Kb4BfSlHwCpaW-Sp1ESgzDd_z8IW-aU521gjszX1U2BHaSDQ2NA4ONjCRaElXs3YVlyOqSzszoNt2rzaJQu5Uhcj3tA7o7jcQR4blTyi309yyzsDv8QSSkl7q0WZSfsLnqV0-XGlqp68RFCXtOMaEe1CCS0b2QQ5JQFxmqXSw2_EzXXUpYdGA=s915" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="915" data-original-width="900" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhJM7LK-Kb4BfSlHwCpaW-Sp1ESgzDd_z8IW-aU521gjszX1U2BHaSDQ2NA4ONjCRaElXs3YVlyOqSzszoNt2rzaJQu5Uhcj3tA7o7jcQR4blTyi309yyzsDv8QSSkl7q0WZSfsLnqV0-XGlqp68RFCXtOMaEe1CCS0b2QQ5JQFxmqXSw2_EzXXUpYdGA=w630-h640" width="630" /></a></div><span style="background-color: white; color: #050505; font-family: verdana; font-size: 15px; white-space: pre-wrap;">Ama heyhat; kondunun sahibi bahçe duvarına “Garaj kapısı park yapılmaz” gibi oldukça burjuva, hatta neredeyse komprador bir mesaj yazarak hayallerimizi yıktı. Be adam, hafriyat tanrısının kepçeleri garajın önünü kamyona yükleyip götürmüş, park yapılacak değil, yapılmayacak yer bile kalmamış, sen halen garajın derdindesin. Etrafını çevreleyen sittin katlı plazaların camlarından yansıyan güneş ışınlarının hararetinde kavrulurken garaj(!!) kapının önünü kimlerin tıkadığını mı takip edeceksin? Oldu olacak duvarına “sitemize proleteryanın, seyyar satıcı, hurdacı, lümpen ve ayak takımının girmesi yasaktır” diye de yaz!</span><p></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-66514114243168234062021-12-02T19:22:00.006+03:002021-12-02T19:28:11.284+03:00 Tayvan Sineması Üzerine Dört Dörtlük Bir Deneme<p><span style="font-family: verdana;">Tayvan sineması da nereden çıktı şimdi diyeceksiniz, ama herkes gibi ekonomi, politika, iç ve dış güçler üzerine mi yazayım, nasılsa yeterince boğulmuşsunuzdur. Efendim, Tayvan’ın dikkate değer sinema tarihi oldukça geç, 1980’lerde “yeni dalga” hareketi ile başlıyor ve Tayvan sinemasının 4 temel direği (yönetmeni) var; ben de “dört dörtlük” (dört yönetmenden dörder film) tavsiyem ile sizlere bir fikir vereyim.</span></p><p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjT48M3eJh2fS1vI5oB03ATpK2Gb-B864gAmVTW9GZorlG9Q547Y9bcGxnIi4LztgyCDumRdRlyVgDqEDylDFhkoIOGDJ9MeZPmN5wIqAYM361ftgVtROJWUBZdyGdrNNBqQ7h0Xp9ecoxCZ4WBEN7-wC_sasVDh2fhWH8okRgU20gkxomkooY6p_3NQA=s1002" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="602" data-original-width="1002" height="384" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjT48M3eJh2fS1vI5oB03ATpK2Gb-B864gAmVTW9GZorlG9Q547Y9bcGxnIi4LztgyCDumRdRlyVgDqEDylDFhkoIOGDJ9MeZPmN5wIqAYM361ftgVtROJWUBZdyGdrNNBqQ7h0Xp9ecoxCZ4WBEN7-wC_sasVDh2fhWH8okRgU20gkxomkooY6p_3NQA=w640-h384" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-style: italic;"><span style="font-family: arial; font-size: medium;">Taipei'in ikonik yapısı "Grand Hotel" hem Yi Yi filminin geçtiği önemli mekanlardan, hem de Wes Anderson'un Büyük Budapeşte Oteli'ne ilham vermiş olma ihtimalini sevdiğim bir yapı</span><br /><br /></span></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Şimdi Tayvan neresidir, olayı nedir diye soracaksınız. Lafa başladım mı sakız gibi uzatacağımı bildiğim için kendimi frenleyip çok kısa bir girizgah yapayım; Güneydoğu Asya’da Çin ana karasına yakın bir adamız. Yerli halkın yanına 15-16. Yüzyılda Çinliler yerleşiyor. 19. Yüzyıl sonunda büyük bir Japon işgali yaşanıyor; Japonlar adada büyük bir kalkınma hamlesine girişiyor, şehirleşme, eğitim, sağlık, altyapı, bürokrasi gibi konularda bir reform hareketi yaşanıyor. Halk çok da şikayetçi değil, çünkü önemli bir ekonomik büyüme yaşanıyor. 1930’ların sonlarında ufak ufak asimilasyon görülse de hemen ardından 2. Dünya savaşı ve Çin’in adayı geri alışı. 1945-50 arası Çin Cumhuriyeti adada etkisini artırıyor, ancak adanın o sıralardaki yerli nüfusu ile Çin anakarasından göçenler arasında sürtüşmeler yaşanıyor. Arkasından Tayvan’ın modern tarihinde önemli yer tutan 228 katliamı gerçekleşiyor. 228, 2. Ayın 28’i, yani Tayvan’a has bir 28 Şubat. 20-30,000 arası ölü ve kayıp olduğu iddiası var, aralarında komünist, muhalif ve çoğunlukla yerleşik Tayvanlılar bulunuyor. Ardından Çin iç savaşı Mao’nun zaferi ile bitince Chiang Kai Sheik Tayvan’a kaçıyor, Çin Cumhuriyetini adadan yönetme iddiasında bulunuyor.</span></p><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgcoM-aQjFodyy81gkf1J6YOxBUJ2JAc3Znhm2YPb_uZkEwXKuPSnenXAhZ6YU6OEO9cHIXFpNsHyPLnUUioOTXDChmqcjNsfQp23oHCfkyjOhp6u1jRN2ti5lOYB_6hH3nNEO05LsJ80zzR8zaID87fPwFwO1ZAeqR0AhDCKnKmjc-dCrUrhDUT_wWCA=s1600" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1104" data-original-width="1600" height="276" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgcoM-aQjFodyy81gkf1J6YOxBUJ2JAc3Znhm2YPb_uZkEwXKuPSnenXAhZ6YU6OEO9cHIXFpNsHyPLnUUioOTXDChmqcjNsfQp23oHCfkyjOhp6u1jRN2ti5lOYB_6hH3nNEO05LsJ80zzR8zaID87fPwFwO1ZAeqR0AhDCKnKmjc-dCrUrhDUT_wWCA=w400-h276" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Chiang Kai Sheik Anıtı</span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">1950-1987 arası “Beyaz Terör”diye adlandırılan dönem; Kai Sheik’in ölümüne kadar (85) sert bir baskı rejim ile muhalif sesler susturuluyor. Mao’nun Çin’i ile çekişme yaşanıyor, ana kara Çin Halk Cumhuriyeti olmuş, Tayvan ise Çin Cumhuriyeti. Bir ülke-iki hükümet. Uluslararası alanda Çin’i kim temsil edecek kavgası kopuyor; ancak 70’lerin başında Birleşmiş Milletler Çin Halk Cumhuriyeti’ni (ÇHC) resmen Çin’in temsilcisi olarak tanıyor. Tayvan sürekli Çin kültürünün, halkının temsilcisi olma iddiasında, ÇHC ile ilişkileri çok gergin; ÇHC, Tayvanla ilişki kuran ülkelere karşı çok sert bir diplomasi yürütüyor. Tayvan sadece belli bazı alanlarda “Çin Taipeyi” adıyla temsil ediliyor (olimpiyat vb.) Ancak soğuk savaş döneminde Batı dünyasının, özellikle ABD ve Japonya’nın desteğini alınca büyük bir sanayileşme ve teknoloji hamlesi ile dört “Asya Kaplanı”ndan biri oluyor Tayvan. </span><p></p><p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhhPFYLlS4dAKAZdCVCE8GVGiCaXpiSCXYCWeKlR_b-r5G_Sbl0Vg55ocv7ZD4ATxDxD0CMvOHsNIDBivrVVloiUVA-eEirM3gEX15uXzpRlkC8iWKEKovqcBX85_iPJuc9oAK-idYU_ebe6ZIdA6p4HlINjmjzWksVxzwBlifaqXEiTlOkd-AfHcgHUg=s2000" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1119" data-original-width="2000" height="358" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhhPFYLlS4dAKAZdCVCE8GVGiCaXpiSCXYCWeKlR_b-r5G_Sbl0Vg55ocv7ZD4ATxDxD0CMvOHsNIDBivrVVloiUVA-eEirM3gEX15uXzpRlkC8iWKEKovqcBX85_iPJuc9oAK-idYU_ebe6ZIdA6p4HlINjmjzWksVxzwBlifaqXEiTlOkd-AfHcgHUg=w640-h358" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Modern Taipei</i></span></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;">Ülkenin sineması da tarihi ve politik gelişmelere paralel; 1980’lere kadar biraz vurdulu kırdılı filmler, biraz da romantik melodramlar sinemaya damga vuruyor. Ancak 1980’lerin ortalarında siyasi ortam yumuşayınca “Tayvan yeni dalgası” diye bilinen, sanatsal değeri de ağır basan bir hareket başlıyor; en önemli temsilcileri Edward Yang ile Hou Hsiao Hsien. Hem Hong Kong sinemasından, hem de dünyanın önde gelen film ekollerinden etkileniyorlar. Bu iki yönetmenin filmlerinde politik ve sosyal katman çok ağırlıklı değil; daha çok birey, modernleşme ve şehirleşme sürecinde yaşadıkları, toplumdaki konumları, sıkıntı ve çelişkileri ön plana çıkıyor. Ne de olsa Beyaz Terör henüz bitmiş değil, ülke nereye evrilecek bilinmiyor bu yüzden birey ve çevresine odaklanmak, fazla suya sabuna dokunmamak en iyisi.</span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiDcEN0O_h02_bfxuRPueOY1XwcDUK0zDiHNJGpXqIXTx6twCApDodZR1vsW-xyQi3EOVa1Aa-4O5wIqalke8WtstoEP0DYszmb8a--5z3CfrbEbTpbOFtFfrsNHvwhp0UKg-vd1bPJtYsOlxIg2b0IkRnLnYdThlCQkRL71QOrTnvRYsoUxl-9eWaTJA=s1600" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1197" data-original-width="1600" height="299" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiDcEN0O_h02_bfxuRPueOY1XwcDUK0zDiHNJGpXqIXTx6twCApDodZR1vsW-xyQi3EOVa1Aa-4O5wIqalke8WtstoEP0DYszmb8a--5z3CfrbEbTpbOFtFfrsNHvwhp0UKg-vd1bPJtYsOlxIg2b0IkRnLnYdThlCQkRL71QOrTnvRYsoUxl-9eWaTJA=w400-h299" width="400" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Dört dörtlük yazımızın ilk yönetmeni Edward Yang. Yeni dalganın ilk isimlerinden ve bu yönetmenden tavsiye edeceğim ilk film Yi Yi isimli muhteşem eseri. Filmimiz, Tayvan’da yaşayan, sıkıcı derecede sıradan orta halli bir ailenin hayatından kısa bir kesiti aktarıyor. Diyeceksiniz ki, buna rağmen filmi tavsiye ediyorsun; cevabım evet. Tayvan sinemasının başyapıtı sayılan,”21. Yüzyılın en iyi filmleri”ne dair birçok listede (BBC, NY Times, Guardian,…) en üst sıralarda yer alan bu “insanlık hali”ni seyrettiğinize pişman olmayacağınızı düşünüyorum. 3 saati bulmasına ve sıradan konusuna rağmen su gibi akan, gülümsemenizi çehrenize yapıştıran bir film olduğunu baştan müjdeleyeyim. Evli, iki çocuklu, küçük bir firmanın ortağı/yöneticisi olarak çalışan, mutlu(ymuş gibi) bir hayat süren mühendis NJ bey ve aile bireylerinin basit hayatları, seçimleri, hayal kırıklıkları üzerine çağdaş bir destan. Arkasından, Tayvan’ın oldukça çalkantılı bir döneminde, 50-60’lı yıllarda Taipei gençlerinin sancılı geçiş dönemini anlattığı 4 saatlik epik filmi “A Brighter Summer Day” geliyor. Bu iki filmi beğenirseniz, Ozu’ya (Tokyo Story) bir nazire olan Taipei Story izlenmeli. Yine birey, kadın erkek ilişkileri, modernleşme ve getirdikleri, hayal kırıklıkları, arayışlar ön planda. Bu arada filmde batı müziği, pop ve caz kullanımı, renkler, ışıklar çok belirgin ve Hong Kong’un sinema tanrısı Kar Wai ile benzerlikler taşıyor. Dördüncü sırada Terrorizers var; çok farklı bir eser, hem Kar Wai’nın suç odaklı filmleri, hem de Antonioni’nin Blow Up havası sezinleniyor. Yine tam bir şehir/metropol filmi, şehrin yarattığı gerilim, sıkıntı, yozlaşmışlık ve hatta eser miktarda terör ön planda. Benim ilk dördüm bunlar, ama ille de daha fazla Yang izlerim diyenler için Mahjong ve Confucian Confusion filmlerini de önerebilirim, biraz daha vasat eserler.</span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhgeCd6JKZWw9cFQfQxsG9PbylglylBRYL310vg6jsmtncLktN1lvUIIuGMDFf4hNkX33o3asifU5Ea8hcw1ngikJRilLzBbeTH8u2Su546gxGt3f8GG9irekch9NNgjeimddfTBXBRFHpRK5YzUVSuobgapKclls1puClzFpxnS4MLOa-_1SzcNkpJvQ=s800" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="566" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhgeCd6JKZWw9cFQfQxsG9PbylglylBRYL310vg6jsmtncLktN1lvUIIuGMDFf4hNkX33o3asifU5Ea8hcw1ngikJRilLzBbeTH8u2Su546gxGt3f8GG9irekch9NNgjeimddfTBXBRFHpRK5YzUVSuobgapKclls1puClzFpxnS4MLOa-_1SzcNkpJvQ=w283-h400" width="283" /></a></div><span style="font-family: verdana;">İkinci yönetmenimiz, Yang’ın Taipei Story filminin başrol oyuncusu ve yakın arkadaşı Hou Hsiao Hsien. Yang şehir/metropol ve günümüz hikayeleri sinemacısı iken Hou biraz daha taşraya, geçmişe, nostaljiye meyledebiliyor. En önde gelen eseri A City of Sadness; Tayvan tarihinin en acılı dönemi olan 1945-50 arasını mükemmelen işliyor. Ardından Hou’nun çocukluk anılarına da dayanan A Time to Live, A Time to Die geliyor, çok sıcak bir film ve Yi Yi’deki gibi bir çocuk başrol oyuncusunun peşine takılacaksınız. Flowers of Shanghai, 19. Yüzyıl Şangay’ında, “kötü” evlerde çalışanların hayatlarını işleyen biraz ağır tempolu ama ibretlik bir yapım; doğu melodramlarına, onların duygu yapısına aşina olmak gerek. Hou’dan dördüncün filmim Cafe Lumiere; Hou da Yang gibi Ozu hayranı ve bu film de üstada ithaf edilmiş. Hikaye tamamen Tokyo’da geçiyor ve tren yolları, kesişen, yakınsayan, ıraksayan raylar, vagonlar, istasyonlar önemli yer tutuyor. </span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiIrO6SbkjilcecJcukA8V9Jb68PZTQhaXV9K_zegQnPeveskGuwE4kbvDzQGY4Erm0G7XQDJqh_huWCRKOz0V2QOiGpY4rk02ppDNQitOJVb1xabL_bQ5_jDrn8jUeFW3GqJhUieqAV8TICpdt5BSRtRdWhztKS5mTCBPVeLUdQF82ElnXWKUoK32Ysg=s800" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="565" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiIrO6SbkjilcecJcukA8V9Jb68PZTQhaXV9K_zegQnPeveskGuwE4kbvDzQGY4Erm0G7XQDJqh_huWCRKOz0V2QOiGpY4rk02ppDNQitOJVb1xabL_bQ5_jDrn8jUeFW3GqJhUieqAV8TICpdt5BSRtRdWhztKS5mTCBPVeLUdQF82ElnXWKUoK32Ysg=w283-h400" width="283" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Bu iki yönetmenden yaklaşık on yıl sonra sahneye çıkan mahşerin diğer iki atlısından bahsedeyim; ilki Tsiai Ming Liang. İlk iki yönetmenimizden biraz daha “zor” bir isim, stil olarak arthouse ekolünden. Bu tarzı sevenler için, özellikle ilk filmleri bir mücevher. Kesinlikle izlenmesi gereken filmi “Rebels of the Neon God” yine modern Taipei’de yalnızlaşma, yabancılaşma, hayatta yerini, yönünü kaybetme üzerine harika bir film. Ardından gelen Vive L’Amour, Taipei’de boş bir dairede hayatları kesişen üç kişinin çok ilginç hikayesini anlatıyor ve Venedik Altın Aslan ödüllü. Üçüncü sırada The River (Berlin Gümüş Ayı), oldukça karamsar bir film, ama çok iyi işlenmiş bir hikayeye sahip. Garip bir hastalığın bağladığı aile içi ilişkiler sizi şaşırtacak. Son önereceğim film “What Time Is It There”, Taipei’li bir sokak satıcısının Paris’e yolculuk yapan bir kıza iki değişik zamanı gösterebilen bir saat satması ile gelişiyor; yine aile içi ilişkiler üzerine zaman algısı eklenmiş ilginç bir film; bu filmin bir başrol oyuncusu da Truffaut’nun 400 Darbesi, izleyince görürsünüz. Dört filmi de izleyebilirseniz, bir filmdeki karakterin bir diğer filmde karşınıza çıkıvermesi hoşluk yaratacak. Bu filminden sonra Tsiai biraz “uçuyor”, ya da ben yönetmenden koptum ve yeni dönem eserlerine pek giremedim. Ama bu dört filmi arthouse izleyicisi için mücevher.</span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEij_sqtCwLrxKhl8w52pcyWwxni25tgiFdwqSWciRk59tDGwM85qNV8yjOyWgZwFrINZ69cJKK2ysiUmCLIOGf35IyScV9KMeKkcd0cq7qBpsedu-3oYur0u35rbWM5qQkvVCt4m5oMGELIo_4PgJ4Ou6Xa3hiYITV8xpNAalQo1KBMVc22cX9a3Tz-tg=s800" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="639" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEij_sqtCwLrxKhl8w52pcyWwxni25tgiFdwqSWciRk59tDGwM85qNV8yjOyWgZwFrINZ69cJKK2ysiUmCLIOGf35IyScV9KMeKkcd0cq7qBpsedu-3oYur0u35rbWM5qQkvVCt4m5oMGELIo_4PgJ4Ou6Xa3hiYITV8xpNAalQo1KBMVc22cX9a3Tz-tg=w320-h400" width="320" /></a></div><span style="font-family: verdana;">90’larda parlayan diğer (ve son) yönetmenimiz Ang Lee. Ne derece Tayvanlı sayabiliriz, tartışmalı belki de. Eğer Tsiai çok uçuk geldiyse ve biraz daha dolaysız, ana akım filmler izlemek isterseniz Ang Lee çok iyi bir seçim. Üstadın benim izlediğim en “Tayvanlı” filmi “Eat Drink Man Woman”. Eski toprak bir Tayvanlı ve üç kızının yine gelenekselden moderne geçiş sırasında yaşadıkları, çelişkileri, sıkıntıları ve neşeleri; bu filmimiz diğer üç yönetmenin eserlerinden daha sıcak ve özellikle baş kahramanımızın bir şef olması dolayısıyla harika yemek sahneleri olan, gastronomik sinemanın da önemli eserlerinden biri. Lee’nin, Amerika macerası ertesi Çin’de yaptığı bir diğer filmi ikinci sırada; Lust, Caution. Tarihi bir savaş-gerilim-casusluk filmi olmasının yanında, bir aşk… veya, daha doğru ifadesiyle tutku ve şehvet filmi. Uzakdoğu’nun en önemli erkek oyuncusu Tony Leung, Kar-Wai filmlerinde sürekli kadınlar tarafından ezilmenin, hayal kırıklığına uğratılmanın intikamını alıyor. Yönetmenin üçüncü önemli filmi çok uluslu, çok bütçeli aksiyonu Crouching Tiger, Hidden Dragon. Görselliğin zirve yaptığı, büyük ses getiren harika bir yapım, zaten çoğunluk görmüştür. Lee’den önereceğim dördüncü film ise Amerika’da, çok tanınmış Hollywood yıldızları ile çektiği, ama çok az bilinmesine şaşırdığım Ice Storm. Bu sefer de Amerika’da üst gelir grubu ailelerin derdine, tasasına, sıkıntılarına ve bunlardan kaçış çabalarına tanık oluyoruz. Ben çok beğenmiştim. Pi’nin Yaşamı, Brokeback Dağı gibi Hollywood menşeli filmlerini herkes biliyor, tekrar etmeyeyim…</span><p></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjbDEFvf_fFKVYw3qFnwRCxux91SKi3UzxSSAID3aCqNPuYjF3zIs0S20mgkdmazaHzsCbTzLL6NhLcIN-d-NUdO82FUnFmi04vomjT1huMuKOXD6EE4erKWld3c5Mq71ZmD_e-2A5qEaZ6Jf2qiFLnWKDuQmXppmpf0Yrr9LHMx2MuLu9blpzee0OYnA=s800" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="600" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjbDEFvf_fFKVYw3qFnwRCxux91SKi3UzxSSAID3aCqNPuYjF3zIs0S20mgkdmazaHzsCbTzLL6NhLcIN-d-NUdO82FUnFmi04vomjT1huMuKOXD6EE4erKWld3c5Mq71ZmD_e-2A5qEaZ6Jf2qiFLnWKDuQmXppmpf0Yrr9LHMx2MuLu9blpzee0OYnA=w300-h400" width="300" /></a></div><span style="font-family: verdana;">Tayvan sineması dünyanın en önde gelen ekollerinden değil, ama yine de seyredecek 16+ film bulduk, vakit buldukça bir şans verin derim… Şimdi Japon sineması diyenler olacaktır, o konuda da bir sürprizimiz olacak, bekleyiniz efendim. </span><p></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-21145539607267567302021-10-13T14:59:00.053+03:002023-07-23T20:08:52.359+03:00Dekadanstan Yüksek Kadansa<blockquote><blockquote></blockquote></blockquote><div class="separator"><br /></div><div class="separator"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjPzURvIxTUNrUdvpnOnaPKrcf_5qIWDzaFuhVh7ZTaEobl7UQihG-OgwfR5hWDc5BDCQ5kDjMLFVN7UJkWLZmeFmVQoof_7DEcLXmV9kvN139dAmWyCcLFjWGD0sf21GKjiHGhy4xy2Dk4MlZHovnXhU4hbB_-PwmB-HvieHVw91j_1Eh52bOGiVTvsQ=s1280" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="906" data-original-width="1280" height="454" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjPzURvIxTUNrUdvpnOnaPKrcf_5qIWDzaFuhVh7ZTaEobl7UQihG-OgwfR5hWDc5BDCQ5kDjMLFVN7UJkWLZmeFmVQoof_7DEcLXmV9kvN139dAmWyCcLFjWGD0sf21GKjiHGhy4xy2Dk4MlZHovnXhU4hbB_-PwmB-HvieHVw91j_1Eh52bOGiVTvsQ=w640-h454" width="640" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div></div><div class="separator"><span style="background-color: white; font-family: verdana; font-size: 14.6667px;">Vahşi sıcaklarla kavrulduğumuz bir yaz mevsiminin sonuna geldiğimiz şu günlerin velespit bir muhasebesini yapayım istedim. Sıcaklara ek olarak pandemi gündemi yüzünden evden dışarı çıkamadık, pencereleri açıp cereyan yapmasını sağlayarak evde oturduk. Niye cereyan yapmak derler bilemiyorum, evdeki hava akımından elektrik üretip yenilenebilir (ama yenilemez) enerji ile sürdürülebilir hayata katkı yapmamız mı gerekiyordu?</span></div><div class="separator"><span style="background-color: white; font-family: verdana; font-size: 14.6667px;">Neyse efendim, yazın evde otururken 2021 bisiklet sezonunun nefis yarışları ile teselli buldum. Bisiklet yarışı seyrederken ne seyrettiğimi hatırlatmam gerekirse;</span></div><div><a data-saferedirecturl="https://www.google.com/url?q=https://onurataoglu.blogspot.com/2018/06/bisiklet-yars-seyrederken-ne-seyrederiz.html&source=gmail&ust=1634193336710000&usg=AFQjCNHLOT9vG7m-z34GJlemDV3nyYq3jg" href="https://onurataoglu.blogspot.com/2018/06/bisiklet-yars-seyrederken-ne-seyrederiz.html" id="m_-2503107340653129028gmail-LPlnk729319" style="color: #1155cc; font-size: 11pt;" target="_blank"><span style="font-family: verdana;">https://onurataoglu.blogspot.<wbr></wbr>com/2018/06/bisiklet-yars-<wbr></wbr>seyrederken-ne-seyrederiz.html</span></a></div><p><span style="font-family: verdana;"><span style="font-size: 11pt;">Elin adamı Ağustos sıcağında </span><span style="font-size: 11pt;">bisiklet üzerinde 250 kilometre yol alıyor da gıkı çıkmıyor; ben salondan mutfağa gitmek için parmağımı kıpırdatamıyorum. Neyse ki pencerelerarası cereyandan aldığım pozitif enerji ile ayağa kalkıyor, üzerime hafif bir şeyler alıp soğuk bir drink hazırlıyorum. Dallas sayesinde 40 yıl önce günlük literatürümüze giren bu eylemler Angara coğrafyasında biraz eğreti duruyor; ama Fransız Alplerinde geçen bir yarışı izlerken buzlu bir cinn... </span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Bu cin tehlikeli bir meret, adı üstünde içine şeytan kaçmış. Biraz eksorsizm gerekecek tabii, bunu da tonik sağlıyor. Yüzlerce yıllık kadim bir ingiliz büyüsü, cinin içine biraz tonik damlattın mı içindeki şeytanı çıkarıyorsun. Cinimiz tonik sayesinde katatonik oluyor, yani etkinliğini kaybediyor. Demek tonik de katatonikten geliyor. Neyse efenim, bir elimde bardak, diğerinde lebaleb leblebi dolu bir çanak oturuyorum TiVi karşısına, ama içimde bir sıkıntı... Bu ne tembellik, bu ne aymazlık, vurmuşuz dekadansın dibine. </span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Dekadans ne demek ulan? Anlamını bilmiyorum, ama sanki duruma cuk oturuyor, cümle içinde kullanmak hoşuma gidiyor. Nihilist bünyenin bir çeşit gerileyişi, çöküşü, yıkılışı falan demekmiş, Niiçe çok severmiş bu kelimeyi. Niçe'nin übermensch tanımından çok uzağız, bari dekadant olalım. Öyle ya, sıcaktan mayışmış, camız gibi yığılmışız televizyon önünde, yiyecek, içecek, hedonizmin kucağında geviş getiriyoruz. </span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Bir süre sonra bisikletçilerin dönen pedallarına bakarken hipnotize oluyorum; ben burada dekadansın kucağında iken spiker Roglic'in yüksek kadansta pedal çevirdiğini söylüyor. Kadans ne ulan? Efendim, dakikada çevirilen pedal sayısı imiş, arabalardaki aRPieM gibi. Kafamda etimolojik yankılar devam ederken kelimelerin birbiri ile gizli bağlantısını çözüyorum; de-kadans, adı üzerinde kadans yokluğu. Yani yaşadığım bu nihilist/hedonist çöküş, hareketsizlikten ve tembellikten kaynaklanıyor. Demek ki bisiklete atlayıp kadansı zorlarsam dekadanstan kurtulacağım.</span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgo1a8PI8JGVtdY5SnqtlqALSB3GO9B8MuwkYP7fZdlgbBEnpd4_Bw0FdcUfVtan5Uso4A7BpDyn_sOdgBW02kVYzxPULViHXS38axLOFwMTQanRyVTnbiuTmQzpIJdl5SdxewYcRn9yGgF_mU28yfM6dmVkzl1aR3kT1-7X-pGng5LLmJNnYb-iyzsug=s1280" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><span style="font-family: verdana;"><img border="0" data-original-height="878" data-original-width="1280" height="440" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgo1a8PI8JGVtdY5SnqtlqALSB3GO9B8MuwkYP7fZdlgbBEnpd4_Bw0FdcUfVtan5Uso4A7BpDyn_sOdgBW02kVYzxPULViHXS38axLOFwMTQanRyVTnbiuTmQzpIJdl5SdxewYcRn9yGgF_mU28yfM6dmVkzl1aR3kT1-7X-pGng5LLmJNnYb-iyzsug=w640-h440" width="640" /></span></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-family: verdana;">Bahsi geçen vefakar, cefakar, emektar bisiklet<br /><br /></span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Bu evreka'm üzerine evden Archimedes gibi fırlıyorum (ondan biraz daha giyiniğim), bisiklete atlayıp evin yakınındaki Oran ODTÜ ormanlarına seğirtiyorum. Amma velakin önümde büyük bir engel var; Üçerden altı şerit trafiğin Amazon debisiyle aktığı Turan Güneş Bulvarından karşıya geçmem lazım. Turan Güneş malum, Kıbrıs Barış harekatında "Ayşe tatile çıksın" parolası ile zihinlere kazınmış bir politikacımız. Gelip de isminin verildiği bulvarı görse, "Ayşe karşıya geçsin" bile diyemez. </span></span><p></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Efendim, karşıya geçme istediğim yer bir yaya geçidi. Hani Beatles'in Abbey Road'da yaya yaya karşıya geçtikleri cinsten bir yaya geçidi. Hem de şehir içindeyiz, demek ki hız sınırı 50, bilemedin 82 kilometre bölü saat. Sıkıntı olmaz. Nah olmaz. Üç şeritteki araçlar sırasıyla 110, 120 ve 130 ile topuklamış geliyor. Benim karşıya geçme niyetimi sezinleyen araçlar bırak yavaşlamayı, vites büyütüp mad max misali üstüme sürüyorlar. Bir ara ufak bir boşluk belirdi, tam yola fırlıyordum, takriben 120 ile seyreden adi bir audi hızını 180'e falan çıkarıp deli gibi selektör yakmaya başladı. Selektörün uzun ve kısa flaşlarını mors alfabesi ile deşifre ettiğimde "yola adımını atarsan götünü keserim" dediğini gördüm. </span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-size: 11pt;"></span><span style="font-size: 11pt;">Neyse efendim, ilk üç şeridi kelle koltuk aşarak ortadaki refüje "sığındım". Refüj ne demek? Efendim, fransızcadaki refuge (sığınmak) kökünden gelen bir kelime imiş, bildiğiniz gibi mülteci (refugee) de bu kökten geliyor. Mantık aynı, bu kaldırımdan kaçarken yolun ortasındaki tarafsız bölgeye sığınıyorsun. Şöyle bir benzetme yapayım; yolun bu tarafı Suriye, refüj Türkiye, karşı kaldırım Almanya gibi. Nihai hedefe giderken bir süreliğine ikamet etmek zorunda olduğun bir toprak parçası.</span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><img border="0" data-original-height="843" data-original-width="1280" height="264" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgUJnY2-x5lq9Cnkh0JSLiiwUoCnKHE7jWEmqbYePMaBH6Hvn7lxJB7cRL1wQFLVldQ2MqrlBDXinipuHXHBcffU9d7jv59cse686Fb9Ahj_Na-UfE_PwbPzdvKaZrMy-Sz1DHdwQrojPI3oPiHD7fkbeeAG8Yc_k1H9QEvgeKecleYlj5Y5HBsQAyKBw=w400-h264" style="margin-left: auto; margin-right: auto;" width="400" /></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Refüjde refugee'yim...<br /><br /></span></i></td></tr></tbody></table><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgUJnY2-x5lq9Cnkh0JSLiiwUoCnKHE7jWEmqbYePMaBH6Hvn7lxJB7cRL1wQFLVldQ2MqrlBDXinipuHXHBcffU9d7jv59cse686Fb9Ahj_Na-UfE_PwbPzdvKaZrMy-Sz1DHdwQrojPI3oPiHD7fkbeeAG8Yc_k1H9QEvgeKecleYlj5Y5HBsQAyKBw=s1280" style="font-size: 14.6667px; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><span style="font-family: verdana;"></span></a></div><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Refüj ne de olsa dar bir coğrafya, burada fazla kalamam. O yüzden fast & furious araçların arasına dalıp karşı kaldırımdaki Elysium'a ulaşmam şart. Bu sefer şansım daha yüksek, çünkü trafiğin bu yönünde birkaç yüz metre geride bir kırmızı ışık var, orada trafik az biraz kesilirse kendimi yola atarım. Nitekim kesildi, yola fırlayacaktım ki... Birkaç yüz metrede 250 kilometre bölü saat hıza ulaşan beyaz bir porsche teğet geçti. Kolumu kaldırıp yola paralel sallayarak kendimce "burası yaya geçidi, görmüyor musun" demeye çalıştım. Arkadaş zaaart diye frene bastı, fren sistemi süpermiş, o hızda bile kısa mesafede durdu. Sonra geri vitese takıp öyle bir kökledi ki, ben bir arabanın geri viteste bu hıza ulaşacağını tahayyül edemezdim.</span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;"> </span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Motorun cayırtısından, porsche'nin geri viteste bile dakikada onbin devire çıkabildiğini gördüm (revolutions per minute, yani sözlüğe göre dakikadaki devrim sayısı) Alman teknolojisinin şaheseri önümde durdu, içinden türk-islam sentezinin şaheseri indi ve gerilim müziği çalmaya başladı. Dakikada onbin devrim yapan araçtan inen eleman değil dakikada, hayatı boyunca tek bir devrim yapacak izlenimi uyandırmıyordu. Çünkü çıplak ayağında rugan ayakkabı ile devrim yapmak çok zordur. Mao'nun devrim için uzun yürüyüşünü düşünün, adamlar 9000 kilometre yürümüşler. Bu arkadaş dar paçalı çıplak ayağındaki ruganlarla 90 metre yürüse ayağı su toplar. Hem nargilesinin gümüş marpucunu kime emanet edecek? </span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">Neyse, anti devrimci konformist arkadaş ile göz göze geldik, sıcak temas kaçınılmaz, önce sözlü nota ve protestolarla başladık. Eleman "neee ooo ulannn el hareketiii" gibi bir şey böğürdü, ben de ona el hareketinin fallik bir orta parmak olmadığını, sadece elimi yola paralel sallayarak yaya geçidini işaret ettiğimi söyledim. Yaya geçidini duyunca şaşırdı ve gösterdiğim 30 santim eninde, iki metre boyundaki beyaz yağlı boya şeritlere ilk kez görüyormuşcasına baktı. Benim çıkışım beklemediği yerden gelince afalladı, sanırım içinde analarımızın ve avratlarımızın olduğu bir çıkış bekliyordu ve ona göre hazırlanmıştı.</span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;">"Eee, n'olmuş yaya geçidi ise?" diyerek gardını düşürdü. Ben de ona porsche kullanacak ehliyeti aldığına göre bilmesi gereken temel birkaç bilgiyi aktardım. Hani durup yol vermese bile yaya geçidine yaklaşırken hızını 200 km bölü saatin altına indirebileceğini hatırlattım. Bir süre verecek cevap düşündü, sonra ellerini "ulan millet aç, aç" karikatüründeki adam gibi uzatarak "ulan burası asfalt, asfalt dedi". Aramızdaki paradigma farkının o an ayırdına vardım, asfalt onun bölgesi idi.</span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgZ5Z2az00q_YWPmG9y4qtKTBYglUFXVTa1pCZli-dAQK5As-aEx8n5-CVQH-h8Eh6DT-Dh7-ratqLoqG42VI5-3MoJx73oJjdzNhUduEEQ0XN5IEHRRrdTI4pl-4sL-K3cgr5XJJRW0SoWs5OsT_vInnFTjmq-otDUjvyDDvXwfFMNmr3wC0J8UA-xLQ=s641" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-family: verdana;"><img border="0" data-original-height="641" data-original-width="600" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgZ5Z2az00q_YWPmG9y4qtKTBYglUFXVTa1pCZli-dAQK5As-aEx8n5-CVQH-h8Eh6DT-Dh7-ratqLoqG42VI5-3MoJx73oJjdzNhUduEEQ0XN5IEHRRrdTI4pl-4sL-K3cgr5XJJRW0SoWs5OsT_vInnFTjmq-otDUjvyDDvXwfFMNmr3wC0J8UA-xLQ=w375-h400" width="375" /></span></a></div><span style="font-family: verdana;"><br /></span><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana;"><span style="font-size: 11pt;">Tabii ben olaya ezoterik öğretilerden gelen sembollerle yaklaşıyorum; yani benim açımdan yere çizilmiş birbirine paralel sembollerin bir manası var. O ise materyalist paradigmanın eseri; materyal ise asfalt, üzerindeki sembolün anlamı yok. Boş yere ezoterik/materyalist diyalektiğe girerek bir sentez bekliyoruz. Aklıma yaşam alanlarını işeyerek işaretleyen, "burası benim" diyen vahşi hayvanlar geliyor. Günümüz insanı da yaşam bölgesini asfalt ve beton sıçarak işaretliyor; artık asfalta bulanmış toprak parçaları adi audi'ciler ile dakikada bin devir/devrim yapan </span><span style="font-size: 11pt;">çıplak ayaklı rugan porşecilerin tapulu alanıydı.</span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;"><br /></span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Bu yaya geçidi mevzuu aklıma San Fransisco'daki bir anımı hatırlattı. Yedi tepeli bu şehri tabanvay gezerken ve tepelerinden Coit namlı olana tırmanırken karşıma güzel bir SF panoraması çıktı. Geniş açı bir foto almak için geri geri birkaç adım atıp kaldırımın en ucuna yaklaştım. Nazik bir sürücü karşıya geçeceğimi düşünüp durdu ve yol verdi. Ben de elimle geçmeyeceğimi işaret edip gülümsedim. Ama hareket etmedi ve yol vermeye devam etti. Ben teşekkür ettim, ve karşıya geçmedim. Bu arada arkasında başka araçlar birikti ve şehirde kısmi bir trafik tıkanması yaşandı. Utancımdan hiç niyetim olmamasına rağmen karşıya geçtim. Hayatımda bu kadar yol verildiğim bir an olmamıştı. Seyrüseferlerini aksattığım tüm arabalar uzaklaştıktan sonra başka bir araç yol verdi ve tekrar kendi kaldırımıma geçebildim. </span></span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgOipet0GODQ4YSVWBzKHXOxFE9Wp_eq8kmmBcgQp6tW7qw-5QzaZMz-uo8lrPEB-tgdXMx-avU8MN1tte9AG-e6HgKmvXcsqFW58YooNaeYQiEuN3YvDMtwxWLCtNHcha8ewBoHgR72kYy-ZZE7JSWtGg5FgxFRIoqAOeeyd40VO_LXLpPNmTGOXVIiQ=s1280" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><span style="font-family: verdana;"><img border="0" data-original-height="728" data-original-width="1280" height="364" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgOipet0GODQ4YSVWBzKHXOxFE9Wp_eq8kmmBcgQp6tW7qw-5QzaZMz-uo8lrPEB-tgdXMx-avU8MN1tte9AG-e6HgKmvXcsqFW58YooNaeYQiEuN3YvDMtwxWLCtNHcha8ewBoHgR72kYy-ZZE7JSWtGg5FgxFRIoqAOeeyd40VO_LXLpPNmTGOXVIiQ=w640-h364" width="640" /></span></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-family: verdana;"><i>Bahsi geçen resim de bu yani...</i></span></td></tr></tbody></table><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: verdana;">Bu duygu ve düşünce yoğunluğu ile yolun ormana girilen güney yakasına geçtim. Konunun ana fikri dekadanstan yüksek kadansa geçiş idi, ama ben ancak karşıya geçebilmiştim. Olsun, bu da Niçe'yi tatmin edecek bir kişisel başarı sayılırdı. Amacımız yüksek kadans, hemen aynakoldaki en küçük dişliye geçelim. Neden aynakol? Bugün de etimolojik gerilimden kurtulamadık; kadans, tonik, cerayan, refüj, dekadans derken aynakol. Bunun ingilizcesi chainset, aynayı kolu kim çıkardı başımıza, bilen anlatsın...</span></span><p></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"><span style="font-family: verdana; font-size: 11pt;">Küçük dişli seçimimiz yüksek kadans için. Az önceki beyaz porşenin vites sistemi kadar olmasa da, benim de bir şanzımanım var. Haydaaa, şanzıman ne şimdi? O da fransızcadaki "changemant"dan geliyormuş, yani hız değiştirici. Bizde hız değiştirici denince akla şanzımandan ziyade vites gelir. Vites fransızcada "hız" demek olsa da (cümle içinde kullanayım, birinci hız, ikinci hız, geri hız, otomatik hız...) türkçeye bir kavramdan ziyade bir obje olarak yerleşmiştir; vites (kolu) maço toplumumuzda erkeğin araba sürerken testosteronik komplekslerini tatmin ettiği fallik bir objeyi temsil etmektedir (bir de fallik'in anlamına girmeyelim, yoruldum artık). Vites kolunun törensel bir hareketle ittirilmesi ezoterik anlamlar taşır (ki, bu konuda eski magirus vitesleri eşsizdir) </span></p><p style="background-color: white; font-size: 11pt; margin: 0cm 0cm 0.0001pt;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhz-z7ocX_WpAQlccsm3xBhC9KHp8mYjBaDdkYuYcLdMYy7HtUE3XPc02bksUpZXVHNZ9M8uvb0bBZ_c6m3bF9kbI0L_g42BU-PUVcLBD1XfEhcEUtm8oUTKpHQbx-k55MCKozN0kcWOo0Ari859WflM03tCK3edH_SJJgl1ObRETRptV2gebkgx9OIhw/s900/DSCF3426.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="675" data-original-width="900" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhz-z7ocX_WpAQlccsm3xBhC9KHp8mYjBaDdkYuYcLdMYy7HtUE3XPc02bksUpZXVHNZ9M8uvb0bBZ_c6m3bF9kbI0L_g42BU-PUVcLBD1XfEhcEUtm8oUTKpHQbx-k55MCKozN0kcWOo0Ari859WflM03tCK3edH_SJJgl1ObRETRptV2gebkgx9OIhw/w640-h480/DSCF3426.jpg" width="640" /></a></div><span style="font-family: verdana; font-size: 11pt;">Konuyu dağıtmayalım derken şanzumanı dağıttık; ne diyordum, bisiklette küçük vitesle gidersem az güç harcayacak, ama deli gibi pedal çevireceğim. Dakikadaki devrim sayım çok olacak, çok hızlanamayacağım ama yokuşları çıkabileceğim. Kısacası de-kadansımın ilacı yüksek kadans, haydi bre pedala kuvvet!</span><p></p><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-4107316844649820222.post-6152357604929535692021-09-09T12:11:00.012+03:002021-12-01T15:37:38.674+03:00Gerçek Din Bu da Değil<p><span style="font-family: verdana;">Malumunuz, gün geçmiyor ki gündemimize neyi yemenin
caiz/helal/haram/mekruh olduğu, abdesti ve orucu neyin bozacağı, kiminle
evlenilebileceği ve benzeri hususlarda bir tartışma düşmesin. Kimine göre
tartışılacak bir husus yoktur, din tektir, her şey bellidir, hüküm verilmiştir.
Kimine göre de din yaşayan ve evrilen bir olgudur, zaten bu yüzden ortaya
değişik mezhepler (fıkhi/ameli veya itikadi) çıkmıştır, yorumlanabilir, ve hatta
güncellenebilir.</span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;"><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Şimdi, bu gibi tartışmaların sonu genelde karakolda bittiğinden
bu mevzuya bodoslama dalmayacağım. Zaten isteyen bu konulardaki zrilyonlarca
kitaba, dokümana, web sitesine, kerameti kendinden menkul hocalara danışabilir.
Ölümlü ve nihayetinde sorgulanacak bir insan olarak oruçluyken anüsten içeri sızan
suyun hesabını nasıl verebileceği gece uykularını kaçırabilir. Bu kişinin kendi
sorunu. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">(Kısa bir parantez açayım; özellikle mezhepsel tartışmaların
%99,99’unun ameli mezhepler ve uygulamalar üzerinden yürümesi, itikadi - inancın özü- mezheplerin güncel tartışmaların %0,01’ine zar zor tekabül etmesi de apayrı bir
hüsran sebebi. Yani, neye inandığı, inancının temel prensipleri, yaratanın
nitelikleri, tezahürü, mesajı kimsenin pek umurunda değildir; varsa yoksa
oruçluyken sakız çiğnemenin veya baldızıyla biraz kırıştırabilmenin nasıl
kitaba uydurulabileceğinin peşindedir. Ama bugünkü konumuz bu da değil, adamı
çiğ çiğ yerler maazallah)<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6Y_Cgnof2mc3AytvnLICzx7zqAV_88p76IXQVkwCVW-_9hYX8N-4qHWXaP0PAXNGjeY22GDSLQTN2S3FkhRtl34QhiaefMduLAWa10UqRj21d4AAfWk-a5yQMdecSusJoT-cd5IxVpDsB/s1024/ep583.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="683" data-original-width="1024" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6Y_Cgnof2mc3AytvnLICzx7zqAV_88p76IXQVkwCVW-_9hYX8N-4qHWXaP0PAXNGjeY22GDSLQTN2S3FkhRtl34QhiaefMduLAWa10UqRj21d4AAfWk-a5yQMdecSusJoT-cd5IxVpDsB/w640-h426/ep583.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Uzun yıllar İslam aleminin otorite merkezi olmuş El Ezher Camii ziyaretimden</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Dediğim gibi, dinin kenarında köşesinde bile yer almaması
gereken basit mevzulardan ziyade, inancımızın, inançsızlığımızın, endişelerimizin,
korku ve beklentilerimizin en temelinde yer alan (ya da alması gereken) bazı
kavramların tarihsel süreçte nasıl geliştiğini incelemek insanın özüne dair müthiş ipuçları veriyor. Din, inanç ve yaratıcı dediğimiz zaman, insanın aklına
bağlantılı birçok kavram daha geliyor; örneğin şeytan, özgür irade, cennet,
cehennem, kabir, kıyamet, tövbe, yargılanma, sırat, huri (özellikle huri) ve daha neler…</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu kavramların tarihsel gelişimi islam dini açısından
bakıldığında göreceli olarak basit; çünkü İslamda tek bir kutsal kitap var
(Kuran-ı Kerim) ve 23 yıl gibi kısa bir sürede iniyor, dünya üzerindeki
tüm nüshaları birbiriyle tamamen aynı kabul edebiliriz. Tabii bu İslamda tam
bir uygulama birliği sağlandığı anlamına gelmiyor; çünkü şeri hükümlerin
kaynakları için Kuran’a ek olarak hadis, icma ve kıyas da resme giriyor. Hadislerle
ilgili sahih/sahih olmayan tartışması, kıyas ve icmada işin içine giren insan hükmü
ve hatta sübjektif değerlendirme boyutu uygulamadaki büyük farklılıkları
açıklayabiliyor (bakınız: gerçek islam bu değil) Böylece işin içine itikadi ve
fıkhi mezhepler giriyor ve bunlardan bazıları diğerlerinden daha “hak” kabul
ediliyor, tartışmalar çıkıyor, büyüyor vesaire….<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Tekrar altını çizeyim, konunun “islam” boyutuna fazla girmek
istemiyorum, nasılsa herkes konuyu benden iyi biliyor, ancak İslamın öncülü
olan ve müslümanlarca da hak/semavi din kabul edilen Yahudilik ve Hristiyanlık
tarihinde kavramların gelişimi, değişimi ve din tarafından kabulü/benimsenmesi
çok ilginç ve öğretici bir süreç olduğu gibi, insanlık, uygarlık ve düşünce
tarihini de güzelce özetliyor aslında. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEie__7ZuCE3DrtPbGyDGwIdBaC6CCYATkIefKTY5MW5wBeWMLy-8imFe1K3ZfwnAY3svhyphenhyphenHsOH-jy8hYSA3zV_gYb45Beve54uZNO-FbEK1XW8R2skJSx7Tr6GwVvzm9UGRw6YMiFb3jBD-/s1024/cn197.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="668" data-original-width="1024" height="418" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEie__7ZuCE3DrtPbGyDGwIdBaC6CCYATkIefKTY5MW5wBeWMLy-8imFe1K3ZfwnAY3svhyphenhyphenHsOH-jy8hYSA3zV_gYb45Beve54uZNO-FbEK1XW8R2skJSx7Tr6GwVvzm9UGRw6YMiFb3jBD-/w640-h418/cn197.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><i>Cenevre Katedrali'nde bizzat Calvin'in okuduğu kitab-ı mukaddesi görebilmiştim</i></span></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Şimdi, konuya şöyle gireyim; işin “meraklıları” dışında çok
az bilindiğine hayretler ettiğim bir durum var; Tevrat ve İncil dediğimiz
“kitap”lar Kuran gibi tek bir mushaftan mütevellit değil; tam tersine çok geniş
bir yazın külliyatı. Örneğin incil (kitab-ı mukaddes) derken eski ahit + yeni
ahitten bahsediyoruz (Yeni Akit değil, Ahit, aman karışmasın) Sadece Yeni Ahit,
27 farklı yazmadan oluşuyor; 4 kanonik incil (gospel), elçilerin işleri,
Tarsus’lu Paul’ün imana getirmek için Asya ve Avrupa’daki milletlere yazdığı
mektuplar, vahiy kitabı gibi…</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bir de kitab-ı mukaddesin eski ahit bölümü var ki, kabaca
Yahudilerin kutsal külliyatı diyebiliriz. Yani, “Yahudilerin kitabı eşittir tevrat.
Nokta.” denilecek kadar basit değil. Hatta durum oldukça karışık; çünkü yeni
ahit olsa olsa 50-100 yıllık bir sürede yazıldığı ve yazarları bilindiği halde,
eski ahit yüzlerce yıllık bir dönemde ve çoğu kitap için anonim derleyiciler
tarafından yazılmıştır. Eski Ahit’i oluşturan kitaplar yaklaşık 40 ayrı
eserden meydana gelir ve bunlardan sadece ilk beşi tevratı oluşturur. Kalan
otuz beşi arasında bizim Zebur olarak bildiğimiz Mezmurlar’ı da kapsayan
tarihi, şiirsel ve peygamberlerin işlerine dair yazmalar vardır. Bu arada,
Yahudilerin ve Hristiyanların kabul ettiği Eski Ahit külliyatı da farklar
içerir. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Gördüğünüz gibi konu oldukça karışık, ki ben henüz çok çok
giriş seviyesinde bahsettim. Yahudilik ve Hristiyanlık mezhepleri, kiliseleri
vb. arasında da kabul edilen/edilmeyen versiyonlar, daha fazla önem ve değer
verilen kitaplar konusuna girilse ciltler yazılır. Ne de olsa mevzuu ne zaman
“gerçek din bu deel” tartışmasına sarsa büyük kavga çıkar ve bu kavga Yahudilik
ve Hristiyanlıkta da feci gürültü koparmış, kelleler uçmuş, kan gövdeyi
götürmüş…<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Çünkü, kutsal kitap yazma sevdasında olanlar, yazdığını
iddia edenlerin sayısı benim yukarıda özetlediğim gibi 70-80 değil, yüzlerce,
belki binlerce… Hepsi de bir telden çalıyor, kimi Kuran’da da ismi geçen Yahudi
peygamberler tarafından, kimi İsa’nın havarileri, yakınında bulunanlar, hatta
bulunmayanlar, kimi Yahudi kavimlerinde yaşamış ismi cismi bilinmeyen halk
kahramanları, ozanları vb. Bazısı bağlı olduğu kiliseye, ulusa, etnik grubun
çıkarlarına göre yazmış, kendine pay çıkarmaya çalışmış, bazısı mistik
takılmış, kimi şiir ve edebiyata sardırmış. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjruddeWcs-W-Miyq3V-imW0mXIQ-DH1Htr-A9P2hDXYJYaedsOkO1CPNsSM96SX274EKE45q8R_MyZKDjdwC0xOk2IitokvFSS_Qxr2dkWzqnQAAc7ETJztjedhHYhii3iamN-cRJmitG7/s1527/doha74.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="814" data-original-width="1527" height="342" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjruddeWcs-W-Miyq3V-imW0mXIQ-DH1Htr-A9P2hDXYJYaedsOkO1CPNsSM96SX274EKE45q8R_MyZKDjdwC0xOk2IitokvFSS_Qxr2dkWzqnQAAc7ETJztjedhHYhii3iamN-cRJmitG7/w640-h342/doha74.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Doha İslam Kültür Merkezinde denk geldiğim bir peygamberler soy ağacı</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hal böyle olunca, yazılanları bir süzgeçten geçirmek,
standarda kavuşturmak ve üzerinde uzlaşılmış bir külliyat oluşturmak ihtiyacı
doğmuş. Bu ihtiyacın giderilmesi de ister istemez iktidar mücadelesi, çıkar
çatışmaları, mezhep savaşları içeriyor. Özellikle Hristiyanlık tarihinde tabii;
Yahudilik ne de olsa tek bir kavime iniyor. Ama Yahudilikte bile hangi
külliyatın muteber kabul edileceği müthiş bir teolojik çekişme ve itişmeye sebep oluyor.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu durumda egemen iktidar, özellikle kendi işine gelecek bir
din tasarımı geliştirmenin peşinde koşuyor; Hristiyanlığın üç yüz küsur yıl baskı
altında kaldıktan sonra, Konstantin tarafından “İmparatorluk Dini” olarak Resmi
Gazete’de yayınlanması ve Roma İmparatorluğu’nun amaçlarına uygun bir mecraya
sokulması gibi. İşte o zaman ortodoksi, kanonizasyon, apokrif ve hatta
apokaliptik eserler mevzuu gündeme geliyor.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Şimdi bu afili ve eğlenceli kavramlara biraz bakalım;
ortodoksi, bir dinin yorumunu tek tipe indirgemek, baskın ve gerekirse sopa
zoruyla uygulanabilecek bir yorumunu hakim kılmak çabası diyebiliriz. Kimine
göre faydalı bir uğraş (efendim, dinin tek yorumu olsun, öyle miydi, böyle
miydi kavgası çıkmasın, oruçluyken su kaçarsa ne yapacağımızı bilelim, her yıl
Nihat Hocaya sormayalım). Kimine göre de, değişik kültür ve uluslarca çok geniş
yorumlanabilecek bir inanç sistemini tek bir kalıba sokmanın nafile ve acı
verici çabası.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3aQym7bXdbdCbVPIja43I_pb6eyGCtEraqqNnkqk0U1gfAt8ZfXUCiEWxZWVbLcKLm9CeGJAEFKpOQ9yX1LxI9UyJV1QL6dQYm9ZOe4utxklOa7g8_xKAc_2tPJUK2NBc92wNNGny-kfF/s1116/dente-galatea.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1116" data-original-width="800" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3aQym7bXdbdCbVPIja43I_pb6eyGCtEraqqNnkqk0U1gfAt8ZfXUCiEWxZWVbLcKLm9CeGJAEFKpOQ9yX1LxI9UyJV1QL6dQYm9ZOe4utxklOa7g8_xKAc_2tPJUK2NBc92wNNGny-kfF/w458-h640/dente-galatea.jpg" width="458" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Bu inanç mevzuu biraz karışık hemşerim, kimler kimlerle beraber? </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu ortodoksi çalışmalarının en önemli aşamalarından biri
kanon (üstünde uzlaşılmış) bir külliyat oluşturmak. İslamda olmayan bir
tartışma, çünkü Kuran’ın Allah kelamı olarak tek bir kitap halinde indiği
üzerinde görüş birliği var; belki hadislerin sahihliği konusundaki çalışmalar benzer
bir örnek olabilir. Ama Yahudi ve Hristiyan külliyatı öyle değil ki; kutsal
kitapları yüzyıllar boyunca birileri oturup yazmış. Hele Hristiyanlıktaki dört
temel incil, havari veya dönemin tanıklarının anı ve güncelerinden oluşuyor;
İsa peygamber ile yaşadıkları macera üzerinden görüş ve değerlendirmelerini
kendi bakış açılarından yansıtıyor.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Tabii o dönemde yaşanılanları sadece o dört kişi kaleme
almadı; daha onlarca, belki yüzlerce kişinin İsa’nın hayatı ve peygamberliği
üzerine yazdıkları var. Bu yazılanların hepsinin olgulara ve yaşananlara
dayanmadığını da biliyoruz; bazıları coşkusunu, heyecanını, mucizeleri,
hikayeleri güzelce metne yedirmiş – kötü bir niyetle de değil, önemli olan
insanda yarattığı dinsel duygulanımı yansıtmak olduğu için. Ama bunların
hangisinin muteber kabul edileceği hem egemen güçler hem de ruhban sınıf
açısından büyük önem taşıyor. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hristiyanlar, meşhur konsiller aracılığı ile ellerindeki
kutsal metinleri ayıklamış ve daha önce belirttiğim gibi 27 tanesini “kanonik”
olarak belirlemiş. Buradaki temel kriter, yazarların ilahi bir ilham, hatta
vahiy etkisinde bu metinleri yazıp yazmadığı; artık nasıl tespit edilebiliyorsa? Geri
kalan benzer metinleri de apokrif (gizli, örtülü, kabul edilmeyen) olarak
sınıflandırmış. Yani, ilahi ilham olmadan yazılan, ancak benzer konularda ahkam
kesen, okunmasında sakınca olmayan eserler. Tabii bazı mezhepler bunlara daha
ılık yaklaşırken, Protestanlık gibi katı/akli mezhepler tamamen uzak durmuş. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh703tukFO-W85MwyOn6Yo4r7ThSJFn70h3F6WDsBN4ffKVTI1oLQrtYzOpglgdEBODwMd4XIil1iNP_dET9s5NKR1OieXyHYDsVd8il2ynqXjN5u2kkAfwF_yxk1P2LcF6UVN4GFuX3uOn/s1024/Clipboard.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="791" data-original-width="1024" height="494" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh703tukFO-W85MwyOn6Yo4r7ThSJFn70h3F6WDsBN4ffKVTI1oLQrtYzOpglgdEBODwMd4XIil1iNP_dET9s5NKR1OieXyHYDsVd8il2ynqXjN5u2kkAfwF_yxk1P2LcF6UVN4GFuX3uOn/w640-h494/Clipboard.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Konsil denince akla gelen ilk adreslerden İznik ve konsillerden birinin yapıldığı salon</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Apokrif metinler genel olarak daha mistik, gizemli,
tartışmaya açık, hatta mitoloji ve efsanelere daha yakın metinler. Ek olarak,
Hristiyanlığın en temel öğretileri hakkında (teslis, İsa’nın tanrısallığı, ilk
günah vb.) kuşku yaratabilecek metinler. Bu yüzden de “ortodoksi” tarafından
riskli görülüyor ve içerikleri kutsal kabul edilmiyor. “Apokrif”in kardeşi olan
apokaliptik yazın ise, adı üzerinde kıyamet tellallığı içeren metinler; bazısı
kanonik (sahih), çoğu ise apokrif, kuşkuyla yaklaşılması gereken bir külliyat.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Apokaliptik eserlerin ayrı bir sınıf oluşturacak kadar öne
çıkmasının sebebi, Yahudiliğin çok baskı gördüğü ve ardından Hristiyanlığın
yeni bir din olarak belirdiği MÖ 4. Yüzyıl – MS 4. Yüzyıl gibi bir aralıkta
yazılmış olması ve sürekli “kıyamet koptu kopacak, dünyanın sonu geldi, yetiş
ya mesih, kurtar bizi bu berbat dünyadan” tonunda olması. Yani, Yahudi/Hristiyanlığın
yaklaşık 700-800 yıllık bir dönemi sürekli kıyamet beklentisi ve mesih
umutlarıyla geçmiş.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Tabii bu noktaya nasıl gelindiği de uzun hikaye; ama nasılsa
lafı uzattık, kısaca bakalım; Yahudilik tarihte ilk belirdiğinde (kabaca MÖ 2000
diyelim) henüz tek tanrılı bir din değildi. Tanrı Yehova, diğer tanrılarla
mücadele içinde, ama diğerlerinden farklı olarak tek bir kavmi koruyan,
kollayan, sahiplenen, torpil geçen bir kişilikti. Yahudiler de başka tanrıya
inanmamakla, güvenmemekle diğer kavimlerden ayrışmaya başladılar. Tabii ara
sıra gönülleri Baal’e, İştar’a falan kayıyordu ve büyük toplumsal sıkıntılar
yaşanıyordu. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj53Vkgypm1LU_C8SIra2lQVNqWRJjRwHrqEmIqOWiUPCl31wf8XReFjWxAMOTZEJMhNxIdcn49UQlbgzycDAN4_HDu1Gqh3_Cs6OD0yHKxZJS60vLJz4xs6qe_mOjmXIMW2i9dN_WpuXtA/s1024/The_Phillip_Medhurst_Picture_Torah_44._Enoch_translated._Genesis_cap_5_v_24._Mortiers_Bible-e1498436579909.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="582" data-original-width="1024" height="364" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj53Vkgypm1LU_C8SIra2lQVNqWRJjRwHrqEmIqOWiUPCl31wf8XReFjWxAMOTZEJMhNxIdcn49UQlbgzycDAN4_HDu1Gqh3_Cs6OD0yHKxZJS60vLJz4xs6qe_mOjmXIMW2i9dN_WpuXtA/w640-h364/The_Phillip_Medhurst_Picture_Torah_44._Enoch_translated._Genesis_cap_5_v_24._Mortiers_Bible-e1498436579909.jpg" width="640" /></a></div><span style="font-family: verdana;"><p class="MsoNormal">Yehova’nın iddiası, tanrılar arasında en güçlü olduğu ve
kendi kavmini mutlaka kayıracağı idi. Göçebe bir toplum olan Yahudiler bu inanca
sığındı ve giderek tek tanrı dışında kimseye yüz vermez oldular. Ama sürekli
dayak yiyip durdular. Mısır maceraları, Musa ve Exodus’u biliyorsunuz; ardından
bir şekilde çöllerde dönüp dolaşıp vaad edilen ülkeyi fethettiler, yerleşik
düzene geçtiler. Yehova onlara yardımcı oldu; hatta çok acımasız bir tanrıydı,
fethedilen kentlerde yaşayanları çoluk, çocuk hayvanına kadar katletmelerini,
nefes alan canlı bırakmamalarını buyurdu, merhamet gösteren Yahudi yöneticileri
lanetledi. Eski Ahit’in bazı bölümleri kadar vahşi bir dini metin bulmak
zordur.</p></span><p></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ancak her şey bekledikleri kadar yolunda gitmedi;
krallıkları ikiye bölündü, önce Asurlular kuzeyi fethedip İsraillileri tepeledi,
ardından Babilliler güney krallığını yerle bir edip kalan Yahudileri sürgüne
yolladı. Yahudiler büyük bir travma yaşıyorlardı; tanrıların en güçlüsü, en
savaşçısı yanlarındaydı ama habire dayak yiyorlardı. Halk ne zaman bu çelişkiyi
din adamlarına sorsa hep aynı yanıtı aldılar: “Sorun sizdedir, imanınız
zayıftır, günah işliyorsunuzdur, o yüzden yehova size kızmıştır, dönün
kendinize bakın…”<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Tabii halk pek ikna olmadı. Din adamları ve aydınlar da Babil
sürgününde iken konuyu etraflıca düşünecek fırsatı buldular. Bu arada, çok
değişik kültürlerle, dinlerle ve inanç sistemleriyle tanıştılar. Babil başta
olmak üzere Mezopotamya uygarlıkları, Zerdüşt/mazdek dinleri, Hint inanç
sistemleri ve daha neler. Bu dönem tüm dinler tarihinde, özellikle tek tanrılı
dinler özelinde büyük dönüm noktası oldu; çünkü farklı inançların senkretizm
denen kaynaşmaları, birbirilerinden kavram ve ritüel alışverişleri doruk
noktasındaydı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Yahudiler, monizm ve monoteizm açmazına burada düştü.
Kanonik, apokrif falan derken nur topu gibi yeni kavramlarımız oldu; monizm ve
monoteizm. İkincisini biliyorsunuz, tek tanrıcılık, İslamın da dahil olduğu
inanç sistemi. Monizm ise bir çeşit teklik; iyinin ve kötünün aynı kaynaktan
geldiği, tek bir ilahi öze bağlı olduğu ilkesi (hayır da şer de Allah’tan
gelir). Mantık olarak, monoteist inançların monist olmasını, politeist
(çoktanrıcı) dinlerin de düalist (ikilik – kötülüğün ve iyiliğin tamamen farklı
özlerden kaynaklanması) olmasını beklersiniz.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYNQjvJ8Zb8orlMpMD4Pc_6Gt-N3BFdNDYjoDONSgZ2mg9K6i-psenHxxM6Qb3RGjDFEd8Mmnz2Wo3l32KohbtgePrvbNOd6ynt6rdZP7V3ZUhX40wN1mnutR7RkT_BHalQuNNxTb_nifF/s1024/Armageddon.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="647" data-original-width="1024" height="404" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYNQjvJ8Zb8orlMpMD4Pc_6Gt-N3BFdNDYjoDONSgZ2mg9K6i-psenHxxM6Qb3RGjDFEd8Mmnz2Wo3l32KohbtgePrvbNOd6ynt6rdZP7V3ZUhX40wN1mnutR7RkT_BHalQuNNxTb_nifF/w640-h404/Armageddon.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">İyi ile kötünün bitmek bilmez kozmik savaşı</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ama dinler tarihinin gelişimi çok farklı oldu. Yahudilik
öncesi Mısır, Hint, Mezopotamya, Anadolu dinlerinde çoktanrıcılık hakimdi; ama
tanrılar iyi ve kötüler diye ikiye ayrılmadı. Tek bir ilahi öz vardı, iyilik ve
kötülük dediğimiz göreceli kavramlar bu tek özün tezahürleri (yüzlerce tanrı)
tarafından temsil ediliyordu. Mitolojiye baktığınızda, çoğu tanrı karşıt
kavramları birlikte taşıyordu. Ölüm ve bereket tanrısı, fırtına ve tarım
tanrısı, savaş ve bilgelik tanrısı vesaire. Çok tanrılı sistem, tek bir özün
tezahürlerinin ifadesi için kullanılıyordu ve monistti. İster doğu felsefesinde
zıtlıkların birliğini simgeleyen yin-yang’ı düşünün, ister sufilikteki
“bir”liği; model üç aşağı beş yukarı böyle.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ama o yıllarda Babilde ikamet eden Yahudiliği zerdüştlük ve
türevleri üzerinden, daha sonra Konstantin zamanında Hristiyanlığı mitraizm
üzerinden etkileyen diğer inanç sistemi “düalizm”, ne kadar aksi iddia edilse
de, tektanrılı inanç sistemlerine çok, ama çok büyük etki yaptı. Düalizm,
kısaca iyilik ve kötülük ilkesinin kavramsal olarak kesin sınırlarla ikiye
ayrılması idi; bu durumda biri saf iyilik, diğeri saf kötülük olan iki ayrı
ilahi varlık ortaya çıkıyordu.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hepimizin aklına gelen, sürekli tartışma konusu olan
sorudur; Allah hem sonsuz iyi, hem de kadir-i mutlak nasıl olabiliyor? Niye
dünyada bu kadar kötülük var? Ya sandığımız kadar iyi değil ya da kötülüğü
önlemeye (haşa) gücü yetmiyor? Bu iyilik/kötülük çıkmazı tüm insanlık tarihini
meşgul etmiş, teolojiden felsefeye, edebiyattan ilahiyata sonsuz tartışmalar
doğurmuş, onlarca farklı açıklama getirilmiş ama (belli ki) kimseyi tatmin
etmemiş bir sorun.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeUCGeHGvmZPNoG9eUm-bHtYfxerYNYEgvV6f1Dtu5_4wSEoGD2dQC_lwIvS_8vIAunmZc2e03W2o4TS-HrsL7AXClYGZgt3t8KB2JLeYA0VPMkOpJwJaPvah4rcGHAUgm3_vq5mxSS5aM/s1024/chi330.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="736" data-original-width="1024" height="460" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeUCGeHGvmZPNoG9eUm-bHtYfxerYNYEgvV6f1Dtu5_4wSEoGD2dQC_lwIvS_8vIAunmZc2e03W2o4TS-HrsL7AXClYGZgt3t8KB2JLeYA0VPMkOpJwJaPvah4rcGHAUgm3_vq5mxSS5aM/w640-h460/chi330.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Sakız Adasındaki Nea Moni manastırında binlerce yıllık kadim soruların cevapları aranıyor...</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">İşte, İran kökenli düalist inanç sistemleri ortaya parlak
bir fikir atmış; iyilik bizim inandığımız, sevdiğimiz tanrıdan (ahura mazda),
kötülük ise “diğer” ilahi yaratıktan (ehrimen, hatta isterseniz şeytan deyin)
gelir. Peki, bu ikisinin güçleri eşit mi, ikisi de külli irade sahibi mi? Ta
taaa… ipin koptuğu yer burası; çünkü Zerdüşt/mazdek inancı öyle bir
kozmik/kavramsal tasarım yapmış ki iyi tanrıya %50,0001 güç verirken, kötü
tanrıya %49,9999 power ihsan eylemiş.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bunu da şu prensip güzel açıklıyor; ehrimen (kötülük) ahura
mazdayı (iyilik) mekanla sınırlarken, iyilik de kötülüğü zamanla sınırlamış.
İlk duyunca “ne demek lan” diyorsunuz, ama felsefi bir beyin egzersizi
açısından ilginç bir tez. Kısaca şunu demek istiyor; mekanda/maddi dünyada
güçleri birbirine eşit iki tanrı var, ama iyi tanrı eninde sonunda diğerini alt
edecek. Yani, holivut yapımı bir süper kahraman filmi gibi; eşit güçler birbiriyle
çarpışacak, ama filmin sonunu biliyorsunuz, iyi olan kazanacak! <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu yeni anlayış, inanç sistemlerinde çok önemli bir
değişikliği de getirdi; döngüsel zaman anlayışının yerini (birbirini takip eden
yaratım/yıkım döngüleri) doğrusal/tarihsel bir yaklaşım aldı. (Sıfır noktasında
dünya yaratıldı, x noktasında sona erecek, sonrası meçhul?) Tabii bu “sonu bilinen,
iyinin kazandığı” model akla başka sorular getirdi; madem öyle, iyi olan,
iyiliği yaratan tanrı niye bu zahmete girdi, yüz milyarlarca insanı birbirine
kırdırmanın ne anlamı var? Düalist sistem bunu az biraz açıklıyor, ama
tektanrıcı sistemlerde “Tanrının hikmeti, bir bildiği vardır” diyoruz.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjiAYcP6I7xmvB8Pp_VezTuv3637iEURVqVdGwA0J7aZ5_RFu0KhuiHeUcsh88jtkAxeJ-018guAPud8E9_lptmD1zmFlFb3HMTSneNGPL8SiVZb7DHPTBk6XPEZB6vEQ-0ySXO7uD-DtT/s600/cinvat.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="536" data-original-width="600" height="358" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjiAYcP6I7xmvB8Pp_VezTuv3637iEURVqVdGwA0J7aZ5_RFu0KhuiHeUcsh88jtkAxeJ-018guAPud8E9_lptmD1zmFlFb3HMTSneNGPL8SiVZb7DHPTBk6XPEZB6vEQ-0ySXO7uD-DtT/w400-h358/cinvat.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Çinvat Köprüsü, bilinen ilk "sırat" kavramı</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Kökeni zerdüştlüğe ve benzer Ortadoğu inançlarına dayanan
birkaç kavramı hatırlatalım; şeytan (ehrimen) ve iblisler; cennet, cehennem,
sırat köprüsü, huri, kabir azabı, kıyamet, ilahi sorgulama… Bugün bile dinle
ilgili aklınıza gelen, tartışma yaratan, Nihat hocanın başını ağrıtan, kesin
cevabı bir türlü bulamadığımız kavramların hiç biri Yahudilik kökenli değil;
hepsi, tek tanrılı dinlerin küfür saydığı, düşmanlık beslediği inanç
sistemlerinden intihal. Örneğin, Yahudilikte neredeyse 1400 yıl boyunca (islam
tarihine denk bir süre) kıyamet, cennet, nihai yargılama gibi kavramlar yok.
Eski ahitin bütününde şeytanı andıracak bir kavram sadece iki yerde var; ilk
insanı kandıran yılanımsı figür, bir de Eyüp’ün azabı konusunda Tanrı ile
iddiaya giren bir densiz. Ona da “işte şeytan budur” diyemiyoruz, çünkü Yehovanın çevresinde bir ilahi yaratıklar güruhu var zaten.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Kısacası, yahudi toplumu Babil sürgününe belli bir din
anlayışı ile itilip kakılarak gitti, bambaşka bir dinle döndü. Vahyedilen
topraklara dönmelerine, Kudüs’teki büyük tapınaklarını yeniden inşa etmelerine
izin verildi. Bu ancak yüce tanrı Yehova’nın iradesi olabilirdi, hatta tek
tanrı oydu, bundan sonra başka tanrının değil lütfunu istemek, adını ağzına
almak, hatta varlığını iddia etmek bile küfür sayılmalıydı! Sürgün esnasındaki
ve sonrasındaki Yahudi peygamberler (kimileri İslam’da da peygamber kabul
edilir) kesin bir tektanrıcı dini vaaz etmeye başladı. Hatta, Yehova monist
anlayıştan giderek soyutlandı; tanrının “kötü” yanı törpülendi, ayrıştırıldı,
ismi tam konmasa da, düalizmden öğrendikleri farklı bir kavramda paketlendi.
Uygarlık tarihi şeytanın icadıyla yeni bir mecraya girdi… derken…<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Yeniden şu felaket tellallığı dönemine (apokaliptika)
gelelim. Yahudi toplumu “budur işte, en güçlü tanrı değil tek bir tanrı var,
biz de onun askerleriyiz” havasına girmişken dünyada bir de Helenizm fırtınası
esti. Büyük İskender ve komutanları ortalığı hallaç pamuğu gibi attılar, kadim
Yunan topraklarından Hindistan’a, Mısır’dan Kenan diyarına bilinen dünyayı
fethettiler. Yahudiler sağlam bir travma daha yaşadı; helenizmin bağdaştırmacı
kültürü hızla yükseliyordu, ama Yahudiler içine kapalı, tanrının tek seçilmiş
kavmi olduklarına, üstünlüklerine inanan kafa yapısını asla değiştirmediler. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ama büyük çelişkimiz güçlenerek çıktı ortaya; her şeye gücü
yeten, tek ve iyicil tanrı biricik kavmini yine yüz üstü bıraktı, yine dayak
yemesine seyirci kaldı. Demek ki farklı bir hikayeye ihtiyaç vardı, demek ki bu
dünyada çok güçlü, yehovaya bile meydan okuyan kötücül bir güç vardı, hatta bu
dünya onun dünyası idi. Demek ki onunla büyük bir savaşa girişmek, hatta bu
dünyayı değil, “öbürünü” hedeflemek gerekecekti. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiy1sew9GstvQVcYYnBTLA2dBU_8C7JvqdGYlVof21SzHZDcJ9gQxH0RgQ_5hgmStMXFR1D7W2_JEDwxFXchQMm2d2CgxEBIY6csyAB0g3LSWPGjgj86CUT62Jsgy1QtfGD0w8iNCKXT7cE/s436/unnamed.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="385" data-original-width="436" height="354" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiy1sew9GstvQVcYYnBTLA2dBU_8C7JvqdGYlVof21SzHZDcJ9gQxH0RgQ_5hgmStMXFR1D7W2_JEDwxFXchQMm2d2CgxEBIY6csyAB0g3LSWPGjgj86CUT62Jsgy1QtfGD0w8iNCKXT7cE/w400-h354/unnamed.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yahudilikte çok büyük kutsal değeri olan Süleyman Tapınağı; ama gelen yıktı, giden yıktı. Nasıl olur? İşte bunun cevabından büyük bir dini felsefe doğdu. </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu yeni hikayeyi yazmak için gereken malzeme, gerek Babil
sürgünü sırasında, gerekse de Helen İmparatorluğu gölgesinde yaşarken
karşılaştıkları yeni kültürlerde, inanç sistemlerinde, taaa Mısır’dan,
Sümer’den, Yunan’dan, İran’dan hatta Hindistan’dan gelen geleneklerde mevcuttu.
Bazı Yahudi din adamları ve filozoflar, kendi basit inançlarının eksikliğini,
sığlığını hissetmiş ve inançlarını helen uygarlığı ile besleyerek
güçlendirmeye, hatta dünyanın geri kalanıyla barıştırmaya çalışmıştı.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ama kimi tutucu, gelenekçi, inatçı Yahudiler bu çabalara
şiddetle karşı çıkıyordu; o aşağılık filozof ve rahipler Yehova’ya layık
olmayan satılıklardı ve Yahudi inancının saflığını kirletiyorlardı. Ama gel gör
ki, güç o taraftaydı ve habire dayak yemeye devam ediyorlardı; işte bunlar hep
o yeni tanımladıkları “kötü” ilahi gücün etkisiydi. Böyle bir dünya varsın
batsındı, kıyametler kopsun, ateşler aksın, ne olacaksa olsundu. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu esnada yukarıda bahsettiğim apokrif ve “apokaliptik”
yazın aldı yürüdü; MÖ 3-4. Yüzyıllardaki “son“ Yahudi peygamberler (yani,
kendilerinden sonra peygamber gelmeyeceğini iddia edenler) eski Yahudilikle
ilgisi olmayan yeni bir söylem geliştirdiler; mesih, kıyamet, büyük savaş,
tanrının krallığı, dış güçler, büyük oyun, şeytan ve saire. Ne de olsa tüm
tarihsel gelişmeler kendi iddialarının tam tersi çıkıyordu; tüm dünyanın
kıskandığı, Yehova’nın sevgilisi yüce bir devlet olamamışlar, baskı altında
ezilip duruyorlardı. O zaman ortamı daha da germek, kendileri dışında herkesi
düşman göstermek, olan biteni kozmik bir kötülüğe bağlamak şart olmuştu. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu süreçte dini kavramlarda yeni yan ürünler de ortaya
çıktı. Örneğin, Yahudilikte “öbür dünyada” ceza veya mükafat anlayışı yoktu;
biricik tanrıları yehova bu dünyada onlara zaferi bahşedecekti. Ama Asur ve
Babil bozgunlarından sonra bir de Helen İmparatorluğu ardılı Seleukos Krallığı
tarafından hırpalanınca iyice hırslandılar. Seleukos Kralı MÖ 1-2. Yüzyıllara
Yahudilere işkence etmeye başladı, sünnet olmalarını yasaklayıp giyim
kuşamlarına müdahale etti ve sonunda Yahudilerin aşırı radikal, milliyetçi
kanadı Makkabiler ayaklandı. İnançları uğruna ölümü göze aldılar, ama ortada
bir adaletsizlik vardı. Elemanlar dinleri uğruna ölüp hiçbir mükafatını
görmüyorlardı. (Ara not: birçok tarihçiye göre, Seleukos krallığı zulmünü
abartıp makkabi isyanını tek bir canlı Yahudi kalmayıncaya dek bastırsaydı,
bugün dünya üzerinde Yahudilik, Hristiyanlık ve hatta İslam olmayabilirdi. Üç
din açısından bir dönüm noktası olduğu iddiaları var, katılırsınız, katılmazsınız…)
<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0QicjFEQnPioTOURXKx6NwioCrWo2tGvlxVJKGqwTrIA-2pgJuiJKZNOJ4WK-BH5hjE5rFYAWW7C35xcCta5PPOuFQVx4jbmTJN5sCwEk9OzAE3nbiKcvxVXtWaVAo8sP6DMOFJQ1gL_V/s1188/maccabi-fox-tel-aviv-media-day-2018-eb18.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="480" data-original-width="1188" height="258" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0QicjFEQnPioTOURXKx6NwioCrWo2tGvlxVJKGqwTrIA-2pgJuiJKZNOJ4WK-BH5hjE5rFYAWW7C35xcCta5PPOuFQVx4jbmTJN5sCwEk9OzAE3nbiKcvxVXtWaVAo8sP6DMOFJQ1gL_V/w640-h258/maccabi-fox-tel-aviv-media-day-2018-eb18.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Yahudilik tarihinde büyük önem taşıyan, hatta yahudi toplumunu ipten kurtaran Makkabiler bugün dünyada basketbol takımı olarak tanınıyor. </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">O zaman kıvrak zekalı bazı din adamları çıkıp yeni bir
kavram geliştirdiler; şehadet! Madem sen ilahi bir amaç uğruna canını
vermişsin, karşılığında uzun bir süreliğine ödülünü al. Ne kadar uzun bir süre?
Hadi gelin sonsuz diyelim. Peki ödülü nerede alsın? Zerdüştlükte ve bazı diğer eski
inançlarda cennet vardı ya, orası olsun. Peki, bu yeni kavramları Yahudi
inancıyla nasıl bağdaştıralım?</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Şöyle bağdaştıralım; tarihin bir yerinde Yahudi inancına
Şeol diye bir kavram girmişti. Şeol, yer altında ölülerin ruhunun (tabiri
caizse) arşive kaldırıldığı bir yerdi. Burada herhangi bir ceza ve mükafat
yoktu; tüm ruhlar burada oturup sinek avlıyorlardı. Şimdi, buradan “iyi”
ruhları, şehitleri falan alıp cennete yükseltsek, Şeol’u da kötü ruhların ve
kafirlerin bekleme salonuna çevirsek? Hmmm, iyi fikir!<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hatta madem iyi ve kötüyü ayrıştırdık, iyiye mükafat verdik,
kötüye de azap çektirelim. Kenan diyarına geldiğimizde, eski Moloch kültünde
çocukların kurban edildiği Kudüs yakınlarında bir yer vardı; Ge Hinnom (Hinnom
vadisi). İleriki yıllarda burası şehrin çöplerinin, aynı zamanda suçluların
cesetlerinin atılıp yakıldığı, sürekli ateş, suç ve pislikle özdeşleşen bir yer
oldu. Biz Şeol kavramını Ge Hinnom ile kaynaştırıp kötülerin ezeli ızdırabı
için tasarlarsak, al sana Ce-Hennem! Hatta kendi kavmimize bir kıyak geçelim;
Yahudiler burada kötülüklerinin cezasını çekip cennete yükselsin, zındıklar
sonsuza kadar yansın. Oh olsun, şu dünyada kaç yüz yıldır gelen gidenden kötek
yiyoruz, biraz da onlar çeksin! <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;"></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgL3cegrKZQqx7wiYbDGe8H3uoBNrIImTBp09wCMDMtuF1UVojKy9r7M-gBHP2eSp_p7ove3np6_a4U83ELQXDsm6M68Ka1EhxPNNyOPBUZfKGnfcUuwwH6RYFQ1X-4bj_omGXDhvDnhbnC/s1007/1200px-Foster_Bible_Pictures_0074-1_Offering_to_Molech.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1007" data-original-width="900" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgL3cegrKZQqx7wiYbDGe8H3uoBNrIImTBp09wCMDMtuF1UVojKy9r7M-gBHP2eSp_p7ove3np6_a4U83ELQXDsm6M68Ka1EhxPNNyOPBUZfKGnfcUuwwH6RYFQ1X-4bj_omGXDhvDnhbnC/w572-h640/1200px-Foster_Bible_Pictures_0074-1_Offering_to_Molech.jpg" width="572" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Kenan diyarının molok (melek) kültü ve Ge-Hinnom (Ce-hennem) vadisi; günahsız çocukların kurban edildiği, suçluların yakıldığı bir ortam, bundan ala cehennem tasviri olur mu? </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">İşte bu ruh halinin egemen olduğu dönemdeki apokrif yazınlar
da iyice coştu; hani günümüzdeki bilim kurgu, distopya veya yeraltı
edebiyatının gelişimi gibi. Bazıları kutsal kabul edilen, kimilerince en
hafifinden eksantrik, en kabasından çatlak denilebilecek, kimi peygamberlik iddiasında
bulunan tarihi ve/veya mitolojik karakterler yeni fikirler üretti. Bu yeni
fikirler, genelde Yahudi külliyatının diğer dini akımlar ve mitoloji ile (tabii
o zaman mitoloji denmiyordu) cesurca harmanlanmasından ibaretti.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Örneğin Hanok peygamberi ve Hanok kitabını ele alalım;
İslamda bilinen adıyla İdris peygamber olabileceği düşünülen bu zat, gerçekten
yaşadı ise, Nuh’un büyük büyük babalarından biriydi ve 365 yıl yaşadı. Haliyle
çok şey görmüş geçirmişti, denilene göre daha ölmeden tanrı tarafından “yanına
alındı”. Hanok kitabı ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar tarafından kanon yazıma
dahil edilmedi; yani oybirliği ile kitab-ı mukaddes dışında bırakıldı,
kesinlikle güvenilmez (hadi uydurma demeyeyim) bir kitaptı, aslı astarı yoktu.
Sanırım bir tek Etiyopya Hristiyanları kitabı kutsal sayıyor.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Gerçekten de Hanok kitabını okursanız zamanının Ursula
Guinn’i, Aldous Huxley’i, Tolkien’i gibi bir hava yakalarsınız. Gökyüzünden
inen/düşen melekler (fallen angels), yeryüzündeki güzel kadınlarla ilişkiye
girer, onlardan dev çocukları olur, bunlar dünyanın tozunu atarlar, iyi
melekler yardıma gelir, devleri yener, tanrı müdahale eder, tufan sonucu
bunların kökünü kazır, ama ruhları dünyada kötülüğe devam eder, vesaire, bir
tek “yüzük kardeşliği” eksik. Yani, bilim kurgu edebiyatının babası. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6LnmxQPiOw38rTjFqPN51J2BU7WqTy4Q3kG1b0S2iNq_iEDAuselTXGAcze0mZKYGNtHNCb3pK4Y54VTjhUTR4E6cmjNVuteMjAQN6FzRev3Re8UhJSzAW8-B73Ju9ky__G2ub2qJjUta/s1200/the-book-of-enoch-38.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1200" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6LnmxQPiOw38rTjFqPN51J2BU7WqTy4Q3kG1b0S2iNq_iEDAuselTXGAcze0mZKYGNtHNCb3pK4Y54VTjhUTR4E6cmjNVuteMjAQN6FzRev3Re8UhJSzAW8-B73Ju9ky__G2ub2qJjUta/w400-h400/the-book-of-enoch-38.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Kimilerince tü kaka, kimilerince kutsal ve gizemli... Hanok kitabı, tüm tartışmalı doğasına rağmen semavi dinlerin temelini oluşturuyor. </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ama kitabın şöyle bir özelliği de vardır; bu düşmüş melekler
insanoğluna teknolojiyi, silah yapmayı, kimyayı, makyaj, mücevher ve süslenmeyi
öğretip dünyada “bilim ve teknolojiyi” de geliştiriyor. Dikkat ederseniz,
monizme bir dönüş var; ilahi yaratıklar hem iyi hem kötü. Hem savaşı ve yıkımı
getiriyor hem bilgiyi ve teknolojiyi. Hanok kitabının en önemli özellikleri ise
şeytanı, cehennemi, kabir azabını, şehvet ve/veya gurur günahları yüzünden
cennetten kovulmayı falan Yahudi/Hristiyan din kültürüne tanıtması.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Yani, Yahudi/Hristiyan geleneğin “kitaplarında” yer almayıp “dinlerinde”
yer alan en temel kavramlar, Hanok başta olmak üzere apokrif (kabul EDİLMEYEN)
külliyattan gelmiş. Buyur buradan yak, hem “olur mu öyle şey” deyip kabul etme (etmemiş
gibi yap), hem de din sisteminin ta göbeğine yerleştir. Hanok kitabı din
bilimleri dünyasında çok tartışmalı bir konudur; saygın ve objektif birçok
ilahiyatçı bu kitaba büyük değer verir ve Yahudilik ile Hristiyanlıkta paydayı
eşitleyen, iki inanç akımını birbirine bağlayıp temel konularını tanımlayan
eser olarak görür. Ama sahih değildir. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hz. İsa dönemine çeyrek kala orta doğuda esip gürleyen
kıyamet tellallığı ve edebiyatının en özgün kavramlarından biri de mesih oldu.
Mesih de Yahudi inancında uzun yıllar yer almayan bir kavram ve zaten
sonrasında da nispeten güdük ve önemsiz kaldı. Yahudilerde mesih, dünyevi bir
kişiliğin Yahudi toplumunun başına geçip onlara “bu dünyada” zaferi
kazandıracağı, yehovanın buna söz verdiği şeklindeydi. Mesih de tabii ki apokrif/kıyametçi
metinlerde belirdi. Hristiyanların mesih anlayışı sonrasında çok farklı evrildi
ve iki din arasındaki temel kavga noktalarından oldu.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjcCD7-ClHL39m3k6yBRBCxqXGvRBCzapDlH87D1W_tTCYGss7NfxyeQpttqhtbUXeIZ43Dd5rLAvZ2MVqRAWQ23sH5vhAlrFIRoEOZ26HUzLNoC0t1hlICFFW2dzvmocsl65r8H_6KkhKS/s1065/1_bbES1vC3LFZRVuz92ydlXQ.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1065" data-original-width="900" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjcCD7-ClHL39m3k6yBRBCxqXGvRBCzapDlH87D1W_tTCYGss7NfxyeQpttqhtbUXeIZ43Dd5rLAvZ2MVqRAWQ23sH5vhAlrFIRoEOZ26HUzLNoC0t1hlICFFW2dzvmocsl65r8H_6KkhKS/w540-h640/1_bbES1vC3LFZRVuz92ydlXQ.jpg" width="540" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Düşmüş melek, şeytan, iblis, lucifer. Biraz yüksekten düştüğü için sinirli, kavgacı bir karakter. Dini yazınlara göre düşüşü 6 gün sürdüğüne göre h=1/2gt2 formülünden arş-ı ala'nın dünyaya uzaklığını hesaplayın :)) </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Yahudiler, mesihin ilahi bir ruh olup farklı bir metafizik
boyutta “Tanrı’nın Krallığı”nı kuracağını düşünmüyordu. Onlara göre, mesih
aralarından bir olacak, şu pis Helenlere ve Romalılara karşı savaşıp Yahudilere
zafer ve iktidar getirecekti. Toplum ezildikçe beklenti büyüdü, realite ile mit
iyice karıştı, hele ki İsa’nın yaşadığı dönemde ortalık mesih adayından geçilmez
oldu. Yahudi toplumunun da küçük bir kısmı İsa’nın Mesihliğine inanacak gibi
oldu, ama sonuç büyük bir hüsrandı; çünkü zafer kazanmak bir yana, çarmıha
gerilerek, hatta aşağılanarak hayatını kaybetti.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Dindar Yahudiler için İsa büyük bir skandaldı. Mesih olmanın
birçok belirtisi vardı, ama bunlardan en önemlisi Mesih’in kesinlikle
“başarılı” olacağı idi. Yine de bazı Yahudiler ve İsa’nın takipçileri mesih
fikrine çok bağlandılar, Romalılara baş kaldırdılar ve MS 70 civarı (İsa’nın ölümünden 40 yıl sonra) Romalılar Kudüs’ü dümdüz etti, tapınağı yaktı, yıktı,
baş üstünde baş koymadı. Kurtulan çok az sayıda Yahudi, “başlarım mesih’ine de,
kutsal savaşına da, zaferine de” diyerek düşük profilli, daha mistik ve içine
kapalı bir hayat/inanç tarzını tercih etti ve Yahudilik çok farklı bir kulvara
evrildi – ki, bu artık apayrı bir yazı konusu:<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;"><a href="https://onurataoglu.blogspot.com/2020/06/dam-ustunde-kemanc-vur-beline-samdan.html">https://onurataoglu.blogspot.com/2020/06/dam-ustunde-kemanc-vur-beline-samdan.html</a></span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Kudüs hezimetine giden yolda Yahudilik ile (tabiri caizse)
Hristiyanlık arasındaki gerilim büyüdü. Tabii o yıllarda Hristiyanlık diye bir
kavram yok. Hz. İsa bile Hristiyan değil ki, Yahudiliği doğru yola ve kurtuluşa
eriştirmek isteyen dindar bir Yahudi. İsa’nın takipçileri iki ana kola
ayrılmıştı; Yahudi olarak kalmak isteyen, İsa’yı kurtarıcı olarak gören kesim
ile, İsa’yı çok farklı yorumlayarak bambaşka bir din yaratmak isteyen Tarsuslu
Paul ve saz arkadaşları. Zaten Hristiyanlığın Hz. İsa ile uzaktan yakından bir
ilgisi yok; bu dine Paulizm adı verilse yeridir.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Yahudi İsa takipçileri Kudüste kalıp mücadelelerine devam
etti ve görüldüğü üzere Romalılar tarafından ezildi. Paul ise akıllıca bir
taktik izledi, yeni yorumu önce diasporadaki Yahudilere benimsetti. Ardından bu
yeni dini “gavur” coğrafyalarına pazarlamayı düşündü. Tabii ilk büyük engel
olan, Yahudiliğin sadece İsrail kavmine indiği görüşünü yırtıp attı. Ardından,
yeni ahitin en önemli eserleri olan “mektuplar” başladı; Efeslilere mektuplar,
Korintlilere mektuplar, vesaire…<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEheykqxVYulGK3-8aitE3Jvg-6hVPR2Yd1pyyNnQOg4sLgj35W0B8rc5NO80P0tyveD0bTehn9KAP9fCqOEhwd6JPNWUY12VO1aIx1V5U6sHpniKW1TeDs7eXSajspOixWBGOLZUQ2hvK2h/s1024/salvation.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="744" data-original-width="1024" height="466" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEheykqxVYulGK3-8aitE3Jvg-6hVPR2Yd1pyyNnQOg4sLgj35W0B8rc5NO80P0tyveD0bTehn9KAP9fCqOEhwd6JPNWUY12VO1aIx1V5U6sHpniKW1TeDs7eXSajspOixWBGOLZUQ2hvK2h/w640-h466/salvation.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Ve bu yeni dini anlayış giderek o kadar girift, karşık, çelişkili bir hale büründü ki, tanrının lütfuna, şefaatine erişebilecek miyim sorusu içinden çıkılmaz bir şemaya evrildi. </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bir diğer engel de israiloğullarının geleneksel yasak ve
ritüelleriydi. Helen/grek ve diğer kafir uluslar bu yeni dine davet
edildiklerinde, “burada sünnet yazıyor?” diye itiraz ettiler. Paul de “tamam ya,
sünnet münnet yok, kesmeyeceğiz” diye güvence verdi. “Ama domuz yiyemezsiniz
yazıyor?” diye itiraz ettiklerinde “boşverin onu, yumulun domuza” diye
müjdeledi. Böylece giderek Yahudilikten kopan, İsa’yı tanrılaştıran,
onu insanlığın günahını üstlenen, bu dünyadaki kurtuluşu değil, başka
(metafizik) bir alemdeki Tanrının zaferini müjdeleyen bir mesihe dönüştüren
“Hristiyanlık” belirdi.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Yahudilik yüzlerce yıldır yediği dayaktan ve en son Kudüs
bozgunundan bezip yeraltına çekildikçe, daha mistik, dünyevi zaferden ziyade
inanç/ritüel odaklı, “küçük olsun, bizim olsun” nitelikli bir dine dönüştükçe,
diğer uluslar ve inançlar için bir tehdit olmaktan çıkınca, spot ışıkları
neo-yahudiliğe, yani Hristiyanlığa döndü. Yeni dinin takipçileri için işler
zordu; çünkü Yahudilerden illallah etmiş olan Roma İmparatorluğu bu yeni akımı
da kuşkuyla izliyor, biraz başlarını kaldırdıklarını hissedince yumruğu
indiriyordu. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Milattan sonra ilk 300 yıl Hristiyanlar için zor geçti;
çünkü Roma devletine, dinine büyük bir iman gücüyle direniyorlardı. İsa kültüne
sıkı sıkıya inanmışlardı ve İsa “çok kısa bir süreliğine” gökyüzüne alınmıştı.
Yeryüzüne inip kötülerle savaşması an meselesiydi. 3-5 yıla dönecekti,
bilemedin 10 yıl, hadi 20 olsun, 30, 50, 100, 200… Eee, hala ortalıkta İsa
mesih yok, biz de habire kötek yemeye devam ediyoruz? Bazı Hristiyan
toplulukları büyük bir düş kırıklığı, bezginlik yaşarken, bazılarında
da iyice bileylenen, keskinleşen bir iman gücü ortaya çıktı. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiczmv7iypXe4znSHGpnqmXkKIRUy_D3pyolScg651lW5BcehTpo9ItmNaTuSrdquSFUXwsfdSYuurWz80Ms1SvWiAwfG3rZ06z_5q5uoxbOvgBAnf-_ohTtexpuEl366eI7qay0DmKEuUa/s800/6a00d83454f2ec69e201b8d2356595970c-800wi.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="800" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiczmv7iypXe4znSHGpnqmXkKIRUy_D3pyolScg651lW5BcehTpo9ItmNaTuSrdquSFUXwsfdSYuurWz80Ms1SvWiAwfG3rZ06z_5q5uoxbOvgBAnf-_ohTtexpuEl366eI7qay0DmKEuUa/w640-h480/6a00d83454f2ec69e201b8d2356595970c-800wi.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Özellikle hristiyan aleminin yıllardır hevesle beklediği büyük savaş, armageddon!</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">İşte tam bu dönemde, bu neo-yahudilik bazı pagan inançlarla,
zerdüştlükle, helen/grek kültleri ile yeniden iş birliğine gitti ve küçük
cemaatlerine dayanma gücü ve motivasyon verecek dini yaratımlarda bulundu. Bu
durum iki koldan gelişti; bir taraftan bazı Hristiyan filozoflar İsa/mesih
kültünü kadim felsefe ile uzlaştırmaya devam etti. Bu süreçte Hristiyanlık
Kudüs çıkışlı bir “doğu” dini olmaktan iyice uzaklaşıp, grek/latin
uygarlıklarının ürünü bir “batı” dinine dönüştü. Bir diğer kol ise, maniheizm
ve gnostik inançlara evrilip zerdüştlükteki düalist (iyi ve kötünün bitmek
bilmez savaşı) yaklaşımı vurguladı.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">İsa kültü bu modele gayet uyuyordu; dünyada iyilik ve
kötülüğün, ahura mazda ve ehrimenin ezeli savaşı sürüyordu. Ahura Mazda
kuvvetlerine liderlik edecek olan İsa mesihti; karşısında ise Hristiyanlık
anlayışında giderek güçlenen bir yaratık/kavram vardı; şeytan, iblis, lüsifer,
mephisto, her ne ise! Bu arada, eski inançlardaki bazı aşırı düşünceler de
hrsitiyanlığa sızdı; örneğin, şeytan bu dünyanın efendisidir, yaşadığımız maddi
dünya onun kontrolündedir. Bu yüzden, madde (ve beden) kötüdür, önemli olan
ruhun kurtulmasıdır. Bu dünyayı hedefleyen, ona önem veren herkes doğal olarak
şeytanın kölesidir, onun yanında kötülük için savaşmaktadır. Şeytan sadece bir
kavram değildir, var olmuştur ve İsa mesihle savaşmaktadır! Evet, mesih ne yazık
ki beklediğimiz kadar kısa bir sürede dünyaya geri dönmemiştir, ama biz bu
savaşı binlerce yıl daha devam ettirerek zafere ulaşabileceğizdir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhnlO5sQcCTLDhKBFwkVmN3TCJUJBUT3bDDK2TlE3SZS-Nt9tYfOArB0QzYs4u_UNpOJ-2ux8QVnSGLCuA9T2T-aoqnqymW9L2hFJCq2Hm5zIq-khMrpYHRkD1_HFASdXoyKKhUg1jRT3j6/s1000/hellfire-1000x480.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="480" data-original-width="1000" height="308" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhnlO5sQcCTLDhKBFwkVmN3TCJUJBUT3bDDK2TlE3SZS-Nt9tYfOArB0QzYs4u_UNpOJ-2ux8QVnSGLCuA9T2T-aoqnqymW9L2hFJCq2Hm5zIq-khMrpYHRkD1_HFASdXoyKKhUg1jRT3j6/w640-h308/hellfire-1000x480.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Şeytan ve yandaşları için forever cehennem! Mi? Bu konuda akla gelmeyecek kadar çok varyasyon var... </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Gnostik akımlar çok uçlarda yer alıyor, şeytanı feci
derecede öne çıkarıyor, Churchill gibi kan, ter ve göz yaşı vaadinde
bulunuyordu. Yine apokrif kanaldan çok beslenen bu akımlar, daha önceki
benzetmelerimdeki gibi, bilim kurgu edebiyatına yakın ve oldukça fantastikti.
Ama zaman içinde ana akım Hristiyanlık ile uzlaşamadı ve papalık ile çatışarak
“heretik” (kafir) ilan edildiler. Hatta bu akımlardan etkilenen ama çok daha
ılımlı olan bogomiller, katharlar gibi halklar, Katolikler tarafından korkunç
kıyımlara uğratıldı ve katledildi.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Peki neden? Tarihin bir noktasında bizim meşhur Konstantin,
büyük İmparatorluğunu derleyip toplayacak, hizaya getirip disipline edecek bir
din arayışında idi, paganizm iyice kontrolden çıkmış, ahlak, edep sükut
eylemişti. Konstatin’in önünde iki güzel seçenek vardı: Hristiyanlık ve
Mitraizm. Bunlardan birisi kazandığı için diğerinin ismini bile duymadık, ama o
günlerde ikisi anketlerde başa baş gidiyordu. İran kökenli bir din olan
Mitraizm, Roma subayları, elitleri arasında çok popülerdi ve imparatorluk dini
olma şansı çok büyüktü; ama Konstantin Hristiyanlığın (o günlerdeki)
ahlakından, dayanışmasından, inancının kuvvetinden etkilendi ve son anda gönlü
bu dine kaydı. Sonrası zaten kısaca batı tarihi.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbT5Gi2nhUJhNkwMo_qwJ9o3E6aq4zXn4LXlJZvkHxXDWtq31aFJJmVRs1kAQBZchGhxpz4bVKzR129KRBgO6BotECwtyg7ewALMYRLI682_kccDb1ypY0M0BBQgAdv26aRsovlMs_K9es/s1657/ist01.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="820" data-original-width="1657" height="316" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbT5Gi2nhUJhNkwMo_qwJ9o3E6aq4zXn4LXlJZvkHxXDWtq31aFJJmVRs1kAQBZchGhxpz4bVKzR129KRBgO6BotECwtyg7ewALMYRLI682_kccDb1ypY0M0BBQgAdv26aRsovlMs_K9es/w640-h316/ist01.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Konstantin...opol! Hristiyanlığın referandumda kıl payı galip gelerek dünya tarihini değiştirmeye başladığı şehir</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hristiyanlık, dönemin en güçlü imparatorluğunun resmi dini
sıfatını kazanınca, tabii ki büyük bir ortodoksi/kanonlaştırma ve ruhban sınıfı
oluşturma kavgası başladı. Yine çok uzun konular, ama bildiğiniz gibi işin
sonunda dünya tarihinin gördüğü en korkunç ruhbanlık olan Papalık kurumu
kuruldu. Bizansın ikiye bölünmesi önce doğu/batı Hristiyanlığı savaşını
kızıştırdı, siyasi savaşa teolojik bölünme hizmet etti, ya da tam tersi… O
yıllarda (batı) Hristiyanlık tarihinde en az Paul kadar önemli ikinci bir figür
ortaya çıktı; Aziz Augustinus.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Aziz, Kuzey Afrikalı kökenleri, gnostik geçmişi, felsefeyi
anlayıp özümsemiş olması ile Hristiyanlığa büyük bir ivme verdi. Dinlerin en
büyük ikilemi olan monizm/irade/günah vb. konularına kafayı taktı ve tutarlı
olmasa da kabul edilebilir bir felsefe ve itikad oluşturdu. Dualizmi çok iyi
bildiği için bir şekilde “monist” Hristiyanlığa yedirdi, ama ilk günah, tüm
insanların günahkar doğduğu, irade ile değil Tanrının lütfu ile kurtuluşa
erebileceğimiz, İsa’nın da tüm insanların kefaretini üstlendiği vb. kafa
karıştırıcı bir amentü oluşturdu. Özellikle günahkarlık, kefaret ve iyi kötü
savaşı fikirleri, papalığın yüzyıllarca halka korku ve dehşet salarak, kendini
aciz ve kötü görerek bastırma şansını kullanmada büyük fayda sağladı.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7l8j3xq7bW2p-ihxqr3Zds-HfKpv566RkdV8vV_XGwjmR2R-qjAVIlqDPzWD3VPLOM81OcmqZDzrKxoTg2DyiruTbdAycuTOdCOcxAjMvHvzdF-X78LgqbQ-Ps3kvZ2hlf-2r3U4TghGx/s1024/Clipboard2.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="669" data-original-width="1024" height="418" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7l8j3xq7bW2p-ihxqr3Zds-HfKpv566RkdV8vV_XGwjmR2R-qjAVIlqDPzWD3VPLOM81OcmqZDzrKxoTg2DyiruTbdAycuTOdCOcxAjMvHvzdF-X78LgqbQ-Ps3kvZ2hlf-2r3U4TghGx/w640-h418/Clipboard2.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Daha akılcı ve karamsar olan batı kilisesi, zihinleri İsa'nın çilesi, kefareti, ölümü ile meşgul ederken daha mistik ve iyimser olan doğu tarafı ikona sanatını geliştirmiş, İsa'nın doğumuna, müjdesine, insanlığa yol göstermesine vurgu yapmış. Sanki. </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ve Papalık her dönem bu “yeni” din sayesinde iktidarını
pekiştirdi, zenginleşti, haliyle zaman zaman tepki topladı, yeni mezhepler
türedi, korkunç kanlı savaşlar oldu vesaire. Tabii ne zaman zayıflasa, tehdit
büyüse insanlık tarihinin en bilindik bahanelerine baş vuruldu; devir kötü,
şeytan ve dış güçler olanca kuvvetiyle bize saldırıyor, bu savaşta ya İsa mesih’in
yanındasın ya da şeytanın; taraf olmazsan bertaraf olursun. Kurtuluşa ancak
Tanrının lütfuyla ulaşabilirsin, ama kötülük senin özgür iraden ile mümkündür.
Şeytan çok güçlüdür, bu dünyanın efendisidir ve kıyamet arifesindeki büyük
savaş ile düğüm çözülecektir! <i>(ama kötü bir haberim var, şeytan ne kadar güçlü olursa olsun, insan günahı kendi iradesiyle seçer. O yüzden "şeytana uydum, ben yapmadım o yaptı" bahaneleri hiç bir ciddi inanç sisteminde geçerli değildir) </i></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Tabii olayın teolojisini doğru oturtmak için genellikle düalist/apokrif
yazından büyük ilham alındı; dendi ki, iyilik (yüce rabbimiz) ve kötülük (kahrolası
iblis) arasında büyük bir mücadele vardır, ikisi varlık düzeyinde
savaşmaktadır. Hadi sen de cepheye! Tabii azıcık kafası çalışan insanın aklı
yatmadı; “onlar savaşsın, peki ben ne alaka?” Din adamları bunun da hikayesini
yazdı hemen; “savaş hem makrokozmosta, tüm evrende sürüyor, hem de
mikrokozmosta. Yani, bizzat bireyin bedeni ve ruhu da tanrı ve şeytanın savaş
alanı. Şeytanı özgür iradenle seçersin, kurtuluş ise tanrının (ister keyfi deyin, isterse sual olunmaz hikmeti) lütfuyla olur. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJMJH-qcr1qNSrDiW7NrydL6WUM0jCGKBF2MpBhpBNAEW0A02x2zUbG2iLhkYI3rXQbbn0d9Bl38Td5p9SLOCOyX3d5uYwfdQhSB-xIGTRwVHU6mFWGXkFZUT47uPZqlg2S-aFlHJ3YJ2e/s900/20200914_093203.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="895" data-original-width="900" height="636" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJMJH-qcr1qNSrDiW7NrydL6WUM0jCGKBF2MpBhpBNAEW0A02x2zUbG2iLhkYI3rXQbbn0d9Bl38Td5p9SLOCOyX3d5uYwfdQhSB-xIGTRwVHU6mFWGXkFZUT47uPZqlg2S-aFlHJ3YJ2e/w640-h636/20200914_093203.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">İsa ve şeytanın insan üzerindeki mücadelesi "her boyutta" devam ediyor... </span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Tabii tüm bu fantastik söylemi güçlendirmek için kilise ne
yapıyor? Kendi lanetlediği, sahih külliyat dışında bıraktığı, hatta aforoz
ettiği apokrif yazınlarda veya kafirlerin dinlerinde bulunan kavramları ödünç
alarak kullanmaya devam ediyor. Şeytanları, demonları, cadıları ile korkunç bir
düşman yaratıyor, cennet, cehennem, kutsal cihat, şehitlik kavramlarını
köpürtüyor, kaderi cilalayıp insan iradesini “kötüyü seçen”e indirgiyor ve
halka gazı veriyor.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu gelişimi tarih bağlamından ayrı düşünmek çok yanlış olur;
özellikle Hristiyanlığın filizlendiği ilk birkaç yüz yıldaki gelişmeler, itikadın
tarihe paralel geliştiğini gösterir. Örneğin, Hristiyanlar Roma
imparatorluğunda azınlık iken ve hırpalanıyorken sabır, iman, şehitlik anahtar
sözcüklerdi. Mesih ha geldi, ha gelecek idi. Daha sonra Hristiyanlık Romanın resmi
dini oldu, bir özgüven geldi, tanrının krallığı kaçınılmazdı. 5. yüzyılda Barbarlar
Roma’yı tuzla buz etti, birdenbire şeytan çok güçlendi, bu dünyanın en kuvvetli
figürüydü, Hristiyanlar toparlanınca büyük savaş çıkacak, kan gövdeyi götürecekti.
Hristiyan felsefesine en önemli katkıyı veren Agustinus, böyle bir atmosferde
teolojisini geliştirdi. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMyCEde7UA_BGEVBp7CGNT1ZhGo25gk8-tNtk0e-xVpanG9VuEiyor_98VwWJmTZM_ZDXve33lePsk5pF4_tvhBQcW4aZoVkmpPDo5l-cWwY6-0zEc7NWCS2SRL6iIBz-MM0PbtpFLabVP/s700/Garden-of-eden.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="377" data-original-width="700" height="344" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMyCEde7UA_BGEVBp7CGNT1ZhGo25gk8-tNtk0e-xVpanG9VuEiyor_98VwWJmTZM_ZDXve33lePsk5pF4_tvhBQcW4aZoVkmpPDo5l-cWwY6-0zEc7NWCS2SRL6iIBz-MM0PbtpFLabVP/w640-h344/Garden-of-eden.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">İlk günah ve cennetten kovulma! Bir elma uğruna :(((</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">(Burada kısa bir parantez daha açayım; bildiğiniz gibi,
İslam inanç ve ritüeller açısından Hristiyanlıktan ziyade Museviliğe yakın. Bu
durum Kuran’da açıkça belirtiliyor, zaten İslamın “eski inancı” güncellemek,
tekrar doğru yola sokmak için indiği de ima ediliyor. Hristiyanlık, giderek
batı uygarlığına mal olması, teslis gibi kavramlar geliştirmesi nedeniyle daha
uzak durulan bir din. Ama, şeytan, mesih, deccal, cennet ve cehennem gibi
kavramlarda İslam Hristiyanlık ile daha fazla benzerlik gösteriyor. Yahudilik,
bu konulardan elini eteğini çekip kabuğuna çekilmiş iken, Hristiyanlık ve
İslamın bu dünyada kötülükle savaş ve nihai zafer konusunda daha fazla
benzerlik göstermesi yine tarihsel olarak beklenen bir gelişme. Parantezi kapa)</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Tabii yeni ahitteki apokrif külliyat sadece İsa öncesi
peygamberler dönemine ait değil; hatırlayacağınız üzere inciller (gospel),
İsa’nın zamanında yaşamış, onunla anıları olan, hatta ikinci ağızdan duymuş
kişilerin günceleri. Bunlardan “ilahi vahiy” altında yazıldığı düşünülenler
(bunu “kilisenin işine gelenler” olarak okuyun) sahih kabul edilmiş. Diğerleri?
Herkes kendi meşrebince İsa ile deneyimini yazmış, milletin ağzı torba değil ki
büzesin? İşte bunlar arasında yer alan, hatta bazıları yakın zamanda keşfedilen
Yakup incili, Tomas incili, Petrus incili, Ölü Deniz ve Hammadi yazıtları
farklı hikayeler anlatabilir; duruma göre inkar edilirler veya kısmen kabul
edilirler. Tabii bu metinlerin ekserisi “doğu” kökenli, ama Hristiyanlık doğudan
kopuyor…<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hristiyanlık giderek batıya meyletmeye başlayınca, ilk
yıllarında esinlendiği ve hatta kaynaştığı doğu inanç sistemine ek olarak 5-6. Yüzyıllardan
itibaren batı dinleri, kültürü ve folkloru ile de alışverişe girdi. O yıllarda
coğrafyada hakim olan slav, kelt, iskandinav, germen vesaire inançları daha
ziyade pagan ağırlıklı idi. Av, tarım, savaş ritüelleri, bunlarla ilintili
tanrılar ve demonlar (cinler) revaçtaydı. Tek tanrılı kilise hepsini aforoz etti; ancak bu gibi renkli, güçlü inançları halkın bilincinden (ve bilinçaltından) atmak
kolay değil. Bir kitapta okuduğum çok güzel bir tasvir var; kilisenin kapıdan
kovduğu tüm tanrılar, demonlar, cinler, cadılar pencereden ve bacadan Hristiyanlığa
“aziz” olarak geri girdiler. 10 numara tespit. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWQBOyzOC2SLBJ5XOj0vtcK33i0bEamFYpN_eCvBj1UBLoEBpiRxcyrjPYuWG33TayU_4AoSa72Fp7fo-rtXzUMkFlWbKh12035KnLN3hw241pmVF5EjFiU4pdvIET2RvhNo93OR5Ifomc/s900/1_opyNOHOi3u7BoNZhqoiCnw.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="675" data-original-width="900" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWQBOyzOC2SLBJ5XOj0vtcK33i0bEamFYpN_eCvBj1UBLoEBpiRxcyrjPYuWG33TayU_4AoSa72Fp7fo-rtXzUMkFlWbKh12035KnLN3hw241pmVF5EjFiU4pdvIET2RvhNo93OR5Ifomc/w400-h300/1_opyNOHOi3u7BoNZhqoiCnw.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Şeytan, tüm insanlığın aklını kurcalayan ilahi karakter</span></i></td></tr></tbody></table><p></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hristiyanlık doğudan uzaklaşıp Batılılaşırken arkasında
bıraktığı en büyük safra, Yahudi inancından gelen feci detaylı ibadet, ritüel
ve uygulamalardı. Paul’ün batı dünyasına yazdığı mektuplardan, domuz, sünnet
gibi kuralları esnetmesinden bahsetmiştik. Holivud filmlerinden bilirsiniz, Hristiyan
olmak ibadet açısından kolaydır; bebekken bir vaftiz, ara sıra İsa’nın eti ve
kanı için ekmek şarap komünyonu (biz ekmek ve şarap için deli gibi para
harcarken), bir de pazar günleri kiliseye gidip eş dostla sohbet etmek. Allah
mesut etsin tabii, oruç yok, namaz yok, “oruçluyken sakız çiğnersem ama
tükürüğümü yutmazsam bozulur mu” gibi endişeler hiç yok!</span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Ama insanoğlu bu, kafayı illa ki bir şeye takacak! Madem
işin ritüel kısmı sade, akaid ile ilgili detaylarla kafamızı bozalım da bir arıza çıksın. Hristiyanlığın
en büyük tefekkür konusu, tanrı, isa ve kutsal ruh arasındaki ilişkiyi tanımlayan,
İsa’nın doğasına yönelik kristoloji oldu. Bu doğrultuda kanon kitaplar,
apokrifa, imanlı ve kafir kişiler belirlendi. Hristiyanlıkta doğu batı
kiliselerinin ayrışmasındaki temel sebep, birisi İsa’nın %100 tanrısal olduğuna
inanırken diğerinin %99,9999 tanrısal olduğunu ileri sürmesiydi. Biraz basite
kaçtım, ama anlayın. Tabii İsa insanlığın ilk günahını üstlenip onu kurtarmak
için geldiğine göre, karşısındaki güçler de en önemli ikinci konu oldu; şeytan
ve saz arkadaşları (demon, cadı vb.)<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Bu yüzden hem teologlar, hem de halk kafayı şeytanla bozdu;
nasıl biridir, kime benzer, ayakları toynaklı mı, kuyruğu çatallı mı, keçi sakalı
var mı, elindeki mızrak üç başlı mı, derisi kırmızı mı, geldiği ortam leş gibi
kükürt mü kokar (şeytan cehennemin ağzından, yani yanardağdan çıktığı için kükürt
kokar), insanın bedenine girebilir mi, cadılarla sevişebilir mi, pipisi niye
kocaman, ruhumuzu satsak kaç para verir ve benzer sorular aldı yürüdü. Tabii ki
bu popüler konular “kanonik” ve ciddi külliyatın asıl mevzuu değildi; bu yüzden
popüler ve güncel dinin çerçevesini çizen genelde apokrif metinler ve -ilginçtir- folklor ve edebiyat oldu. </span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">Hatta
ve hatta, Dante’nin ilahi komedya eseri, ortalama bir insanın kafasındaki
cennet/cehennem algısını çizmede %95 paya sahipse, kutsal kitaplar %5 paya
ancak ulaşır. Şeytanı kutsal kitaplarda ararsanız fazla bir şey bulamazsınız; ama yıllar boyunca Canterbury hikayelerinden, Milton'un Kayıp Cennetinden, Dante'den, William Blake'den, Goethe'nin Faust'undan referans alırsanız şeytan hakkında çok daha fazla fikir edinirsiniz. Şeytan'ın yıllar içinde Milton'un korkunç bir canavarı iken, yavaş yavaş Goethe'nin Mephisto'sunda kuyruğunu saklar, traş olup keçi sakalı bırakır, toynaklarını şık ayakkabılar içinde gizler ve entel dantel bir kılığa bürünerek insanileşir. </span></p><p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;"><span style="mso-spacerun: yes;"></span></span></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibuzRkj41ze7EtSXwiM_gWz5Tnasf0jhAMiBrql6h5mHxrW8MyLGc9LEe91WljLEmYvnnJHHFL2PePIuFCIEqc8cVSWVn94MokiZbC_c51Nspz9oZTT3FoF85ptmfFocv2W4A2Byd8Rw5Q/s900/illustration-to-the-divine-comedy-by-dante-alighieri--abyss-of-hell---1480-1490--found-in-the-collection-of-the-biblioteca-apostolica-vaticana--486777773-5c3a03c246e0fb00016261f2.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="900" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibuzRkj41ze7EtSXwiM_gWz5Tnasf0jhAMiBrql6h5mHxrW8MyLGc9LEe91WljLEmYvnnJHHFL2PePIuFCIEqc8cVSWVn94MokiZbC_c51Nspz9oZTT3FoF85ptmfFocv2W4A2Byd8Rw5Q/w640-h640/illustration-to-the-divine-comedy-by-dante-alighieri--abyss-of-hell---1480-1490--found-in-the-collection-of-the-biblioteca-apostolica-vaticana--486777773-5c3a03c246e0fb00016261f2.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><i><span style="font-size: medium;">Dante'ye göre cehennem, artık tüm insanlığın imgesinde yer etti. </span></i></td></tr></tbody></table><span style="font-family: verdana;"><span style="mso-spacerun: yes;"><br /></span></span><span style="font-family: verdana;">İnsanoğlu tarihsel süreç içinde "her şeye kadir tanrı" algısı üzerinde fazla kalem oynatamazken (ne de olsa hesabı O'na vereceğiz) ezeli düşmanı şeytan zamanın ruhuna göre sürekli güncellenir. Duruma göre huzurdan kovulmuş korkunç bir yaratık şeklinde tasvir edilirken, duruma göre de güzel giyinmiş, zeki, şakacı bir beyefendi oluverir. Lucifer insanoğlunun en büyük düşmanı iken, Mephisto birden ırkımıza yardım eden, onlara gizli sırları, bilim ve teknolojiyi öğreten bir dost olabilir. Zaman zaman muktedirler fakirleri, geniş halk topluluklarını dini kullanarak ezmeye, sindirmeye çalışırken şeytan insanın en yakın müttefiki konumuna yükselebilir. Tüm bunlar dayanağını kutsal metinlerde değil, güncel hayatta, sanat ve edebiyatta bulur. Tabii sadece şeytan değil, cennet/cehennem, araf, mesih, kutsal savaş gibi bir çok dini kavram zamanın ihtiyacına göre yeniden tasarlanır, ama temel referansını kanonik külliyattan almaz. <br /><br /></span><div><span style="font-family: verdana;">Şimdi, ufak bir şey diyeceğim diye yazıya başlayıp, çok yüzeysel
olsa da bir Yahudi/Hristiyanlık tarihi anlattık neredeyse. Niye böyle oldu,
çünkü yazının başına gidersek insanlığın kadim çekişmesinin “gerçek din bu
deel” üzerinden gittiğini iddia etmiştik. Ama dinlerin de hazır bir paket gibi,
küt diye gökten inmediğinin altını çizmiştik. Tekrar edeyim, İslamın durumu
daha farklı; ancak, İslamın öncülü ve kutsal kabul ettiği din olan Yahudiliğin
1500-2000 yıllık büyük bir tarihi dönüşüm geçirdiğini, Hristiyanlığın da
öncesindeki iki asırdan başlayarak 600-700 yıllık dönemde büyük bir değişime uğradığı
bir gerçek.</span><p></p>
<p class="MsoNormal"><span style="font-family: verdana;">İlginç olan, iki dinin de akidelerindeki en temel
kavramları, kafir ve düşman ilan ettikleri eski inançlardan ve hatta kendi
dinlerine mensup olup da muteber kabul etmedikleri külliyattan almış olmaları
dünyanın ne kadar acaip bir yer olduğunu göstermiyor mu? Dinlerin
iyilik/kötülük, melek/şeytan/mesih, cennet/cehennem, sırat/huri, kabir/zebani,
kurban/adak ve daha nice açıklaması zor, gündelik hayatın içinde kemikleşmiş,
her zaman tartışmalı konularda binlerce yıllık eski inançlardan, hasım kesildikleri
felsefi ve mistik akımlardan ilham ve katkı almaları manidar değil mi? Şimdi,
buraya kadar okumayı başarabildiyseniz, bu tarihi, kozmik ve metafizik
girdaptan kaybolmadan çıkabildiyseniz, kendinize tekrar sorun; oruçluyken denize
girdiğinizde içinize midye ve karides kaçarsa abdestiniz bozulur mu? <span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span><o:p></o:p></p></div><div class="blogger-post-footer">Onur'un Seyir Defteri</div>Onur Ataoğluhttp://www.blogger.com/profile/04682502971083965324noreply@blogger.com8